KIYAMET VE AHİRET 2

Ehl-i sünnetin bu üç büyük imâmı ve hattâ imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe "rahmetullahi aleyhim", bunu müctehid olan derin âlimler için söylediler. Bir müctehid, bir âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf görünce, bu delîle uyar. Hiçbir müctehidin ve kendinin ictihâdlarına uyamaz. Çünki, âyetin veyâ hadîsin açıkça bildirdiği bir iş için ictihâd yapmak câiz değildir.
(Berîka) üçyüzyetmişaltıncı sahîfede diyor ki, (Bizler, müctehid değiliz. Bize (Mukallid) denir. Bizim gibi mukallidler için, delîl, sened, fıkh âlimlerinin, ya’nî müctehidlerin sözleridir. Bildiğimiz âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, bunların sözlerine uymaz görünürlerse, onlara değil, bunların sözlerine uymamız lâzımdır. Bunlar, onları görmemiş veyâ görmüşler de anlıyamamışlar demek câiz olmaz). Yazar, Ahmed ibni Teymiyyeyi[1] ve talebesi ibni Kayyım-ı Cevziyyeyi müctehid biliyor. Âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden bunların anladıklarına uyup, din imâmlarımızın ictihâdlarını beğenmiyor. Hâlbuki, kendisinin de yukarıda bildirdiği gibi, din imâmlarımız ictihâd buyurdukları hükmleri bildirirken, dayandıkları âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri birlikde yazmışlardır. Kitâbın müellifi, din imâmlarına uyan Ehl-i sünneti, Allahü teâlânın kitâbını bırakıp da, papazlarına, hahamlarına uyan hıristiyanlara ve yehûdîlere benzetiyor. Müslimânlara müşrik diyecek kadar alçaklaşıyor. Kendisi, müctehid olmıyan câhillere, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüklerini anlıyamıyanlara uyduğu için, kendisinin dalâletde olduğunu anlıyamamakdadır. Eğer anlıyabilseydi, ne güzel olurdu. İbni Âbidîn, Tahâreti anlatmağa başlarken diyor ki, (Müctehidlerin delîllerini, senedlerini, mukallidlerin araşdırmaları, anlamaları lâzım değildir). Vehhâbî yazar, buna da inanmıyor. Mu’âz hadîsini yazıyor. Hâlbuki, bu hadîs-i şerîf, onun sapık inanışlarını çürütmekdedir. Memleketinin îcâbı olarak arabî dilini iyi bildiğinden, her sözünü isbât etmek için bir çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf yazıyor. Aklı ermediği, mantık ve muhakemesi olmadığı için, vesîka sanarak yazdığı âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin, kendi savunmalarının bozuk, çürük olduğunu açığa vurduğunu anlıyamıyor. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin "rahime-hullahü teâlâ" talebesine karşı (Âyeti, hadîsi alınız! Benim sözümü bırakınız) buyurduğunu da yazıyor. Müctehidler için söylenmiş olan bu sözlerin, bizim gibi ve İbni Teymiyye, İbni Kayyım, Muhammed Abdüh[2] ve Seyyid Kutb[3] ve


[1] İbni Teymiyye 728 [m. 1328] de Şâmda öldü.
[2] Abduh 1323 [m. 1905] de Mısrda öldü.
[3]  Seyyid Kutb 1386 [m. 1966] da Mısrda öldürüldü.

Mevdûdî gibi mukallidler için de olduğunu sanıyor. Bunların bir mezheb imâmının kitâblarını okuyup öğrenmeleri ve mezheb imâmına uyarak se’âdete kavuşmağa çalışmaları lâzımdır.
Üçyüzdoksanüçüncü sahîfede, (Münâfıkları Allahü teâlâya ve Resûlüne çağırırsanız, yüzçevirirler, gelmezler), âyet-i kerîmesini yazarak, Ehl-i sünneti bu münâfıklara benzetiyor. (Ehl-i sünnete âyet, hadîs gösterilince, bunlardan yüz çevirip mezheb imâmlarına uymakda ısrâr ediyor, müşrik oluyorlar)  diyor.
Burada da, Ehl-i sünnet olan müslimânlara iftirâ etmekdedir. Âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkardıkları yanlış, bozuk ma’nâlara inanmadığımız için, bize doğru yoldan ayrıldı diyor. Buna deriz ki, biz bu âyet-i kerîmelerden yüz çevirmiyoruz. Bu âyet-i kerîmelere değil, sizin bunlara verdiğiniz yanlış ma’nâlara uymayız. Bu âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin ma’nâları, sizin anladığınız gibi değildir. Bunların doğru ma’nâlarını Peygamberimiz "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" Eshâb-ı kirâma "radıyallahü teâlâ anhüm" anlatdı. (Ehl-i sünnet) âlimleri de "rahimehümullahü teâlâ" Eshâb-ı kirâmdan sorup öğrendiler. Anladıklarını, kitâblarına yazdılar. Açık bildirilmiş olanlarını açık olarak yazdılar. Kapalı bildirilmiş olanlarını da, ictihâd buyurup anladıkları gibi açıkladılar. Biz o büyük âlimlerin anlayıp yazdıklarına uyuyoruz. Mezhebsizlerin yanlış anladıklarına uyarak aldanmak istemiyoruz. Kitâbdan ve sünnetden ayrılan, bizler değil, sensin diyoruz.
(Üsûl-ül-erbe’a fî-terdîd-il-vehhâbiyye) kitâbının dördüncü aslında, fârisî olarak buyuruyor ki, islâm dîninin hükmlerini biz câhillere derin âlimler ve olgun sâlihler bildirdi. Bunlar, (Muhaddisler) ve (Müctehidler)dir "rahime-hümullahü teâlâ". Hadîs âlimleri, hadîs-i şerîfleri incelemişlerdir. Doğru olanlarını ayırmışlardır. Müctehidler de, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden ahkâm çıkarmışlardır. Biz, ibâdetlerimizi ve bütün işlerimizi bu ahkâma uygun olarak yaparız. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" zemânından çok uzak olduğumuz ve nassların nâsih ve mensûh olanlarını ve muhkem (ma’nâsı açık) ve müevvel (ma’nâsı açık olarak anlaşılamıyan) olanlarını ve birbirine uymaz görünenlerinin uygun olduklarını anlıyamadığımız için, bir müctehidi taklîd etmemiz lâzımdır. Çünki müctehid, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" zemânına yakın olduğu için ve derin âlim ve çok takvâ sâhibi ve hükm çıkarmakda mehâret sâhibi olduğu ve hadîs-i şerîflerin ma’nâlarını iyi anladığı için, onun anladığına uymakdan başka çâre yokdur. Böyle olmıyan bir kimsenin Nasslardan, ya’nî  Kitâbdan ve sünnetden hükm çıkarmasının câiz olmadığını, mezhebsizlerin çok büyük âlim dedikleri İbni Kayyım Cevziyye]1] (İ’lâm-ülmukî’în) kitâbında bildirmekdedir. (Kifâye) kitâbında diyor ki, (Âmî olan [ya’nî, müctehid olmıyan] kimse, bir hadîs-i şerîf işitince, bundan kendi anladığına göre iş yapması câiz olmaz. Belki, onun anladığından başka ma’nâ verilmesi îcâb eder. Yâhud mensûh olabilir. Müctehidin fetvâsı ise, böyle şübheli değildir.) (Tahrîr) şerhi olan (Takrîr)de de böyle yazılıdır. Bunda, (Mensûh olabilir) dedikden sonra, (Fıkh âlimlerinin bildirdiklerine uyması lâzımdır) demekdedir. Seyyid Semhûdî "rahimehullah", (Ikd-i ferîd) kitâbında diyor ki: Hanefî âlimlerinin büyüklerinden İbn-ül-Hümâm,[2] İmâm-ı Ebû Bekr-i Râzînin, (Avâmın Eshâb-ı kirâmı taklîd etmekden men’ edilmelerini ve bunların sonra gelen âlimlerin kolay anlaşılan, kısmlara ayrılmış olan ve açıklamaları yapılmış olan sözlerine uymaları lâzım olduğunu, derin âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir) sözünü haber vermişdir. 1119 [m. 1707] senesinde vefât etmiş olan Muhibbullah Bihârî Hindînin "rahime-hullahü teâlâ" (Müsellem-üs-sübût) kitâbında ve bunun (Fevâtih-ur-rahemût) şerhinde, (Avâmın Eshâb-ı kirâmı taklîd etmekden men’ olunmalarını ve bunların, islâmiyyeti açıklıyan, sözleri kolay anlaşılan, kısmlara ayırmış olan âlimlere uymaları lâzım olduğunu derin âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir. Takıyyüddîn Osmân ibnüsSalâh Şehr-i zûrî "rahime-hullahü teâlâ" 577 [m. 1181]-643 [m. 1243], dört imâmdan başkasını taklîd etmenin câiz olmadığını buradan çıkarmışdır) demekdedir. (Şerh-i minhâc-ül-üsûl)de diyor ki, (İmâm-ül-Haremeyn, (Burhân) kitâbında, avâm Eshâb-ı kirâmın mezheblerine uymamalıdır. Din imâmlarının, ya’nî dört mezheb imâmının mezheblerine tâbi’ olmalıdırlar demekdedir). [İmâm-ül-Haremeyn Abdülmelik Nişâpûrî Şâfi’î 478 [m. 1085] de vefât etdi.]
İslâm âlimlerinin yukarıda yazılı icmâ’larına uymıyanların sapık oldukları anlaşılır. Çünki, Eshâb-ı kirâm "radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în" cihâd ile, islâmiyyeti yaymak ile uğraşdıkları için, tefsîr ve hadîs kitâbları hâzırlamağa vakt bulamadılar. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" nûru, Onların mubârek kalblerine o kadar çok işledi ki, kitâbdan öğrenmeğe ihtiyâcları kalmadı. Herbiri, bu nûrun kuvveti ile, doğru yolu bulurdu. Asrların en iyisi [olan birinci asr] bitince, fikrlerde, bilgilerde ayrılıklar hâsıl oldu. Eshâb-ı kirâmdan ve Tâbi’înden nakl edilen haberler, birbirle[1] Muhammed ibni Kayyım 751 [m. 1350] de vefât etdi. [2] İbnülhümâm Muhammed 861 [m. 1456] da vefât etdi.

rine uymaz oldu. Hak yolu arıyanlar şaşırdılar. Allahü teâlâ, lutf ederek, bu ümmet-i merhûme arasından sâlih, müttekî dört âlimi seçdi. Nasslardan hükm çıkarmak üstünlüğünü bunlara ihsân eyledi. Bunları taklîd ederek bütün müslimânların hidâyete kavuşmalarını diledi. Bunları taklîd etmeği Nisâ sûresinin ellisekizinci âyetinde emr etdi. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Ey îmân edenler! Allaha itâ’at ediniz ve Resûle itâ’at ediniz ve Ülül-emrinize itâ’at ediniz!) buyurdu. Burada Ülül-emr, ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimler demekdir. Böyle âlimler de, herkesin bildiği dört büyük imâmdır. Ya’nî meşhûr olan dört mezhebin imâmlarıdır. Bu âyet-i kerîmedeki Ülül-emr denilen üstün kimselerin, müctehidler olduğunu, Nisâ sûresinin seksenikinci âyeti açıkca bildirmekdedir. Bu âyet-i kerîmede, (Ülül-emr, Nasslardan ahkâm çıkarabilen âlimlerdir) denilmekdedir. Ba’zıları, Ülül-emr, hâkimler, vâlîler demekdir dedi. Bu söz, nasslardan ahkâm çıkarabilen hâkimlerdir demek ise, doğrudur. Bunlar, âlim oldukları için, Ülül-emrdirler. Hâkim oldukları için değil! Dört halîfe ve Ömer bin Abdül’Azîz "radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în" böyle idi. Câhil, fâsık veyâ kâfir olan emîrler böyle değildir. Çünki, hadîs-i şerîfde, (Hiçbir kimsenin, günâha sebeb olan sözüne itâ’at edilmez!) buyuruldu. [Fekat, kanûnlara karşı gelmek, hükûmete isyân etmek, hiçbir zemân câiz değildir. Müslimânlar, her zemân hükûmeti desteklemelidir. Hükûmet za’îflerse, fitne, ihtilâl hâsıl olur. Bunlar ise, en kötü hükûmetden dahâ fenâdır.] Lokman sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Bilmediğin birşeyi bana şerîk yapmaklığın için uğraşırlarsa, onların bu emrlerine itâ’at etme!) buyuruldu. Hadîs-i şerîf, Ülül-emrin ne demek olduğunu açıkca bildirmekdedir. Abdüllah Dârimînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ülül-emr, fıkh âlimleridir) buyuruldu. İmâm-ı Süyûtî (İtkân) ismindeki tefsîrinde, ibni Abbâsın "radıyallahü teâlâ anhümâ" (Ülül-emr, fıkh ve din âlimleridir) dediğini yazmakdadır. (Tefsîr-i kebîr)in üçüncü cildinin üçyüzyetmişbeşinci sahîfesinde ve imâm-ı Nevevînin "rahmetullahi aleyh"[1] (Müslim şerhi) ikinci cildinin yüzyirmidördüncü sahîfesinde ve (Me’âlim) ve (Nişâpûrî) tefsîrlerinde de yazılıdır. Âyet-i kerîmelerin ve hadîs ve tefsîr âlimlerinin bu açık beyânları, müctehidlere itâ’at etmek lâzım olduğunu gösterdiği gibi, mezhebsizlerin (Allahdan ve Peygamberden başkasına itâ’at etmek şirk ve bid’atdir) sözlerinin bozuk ve saçma olduğunu da ortaya koymakdadır. Bu konuda birçok hadîs-i şerîf ve haberler de vardır. Bunlardan:

I Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", Mu’âz bin Cebeli "radıyallahü teâlâ anh" Yemene hâkim olarak gönderirken, (Orada nasıl hükm edeceksin?) buyurunca, Allahın kitâbı ile dedi. (Allahın kitâbında bulamazsan?) buyurdu. Allahın Resûlünün "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" sünneti ile dedi. (Resûlullahın sünnetinde de bulamazsan?) buyurunca, ictihâd ederek, anladığımla dedi. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", mubârek elini Mu’âzın göğsüne koyup, (Elhamdü lillah! Allahü teâlâ, Resûlünün resûlünü, Resûlullahın rızâsına uygun eyledi) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, Tirmüzîde ve Ebû Dâvüdda ve Dârimîde yazılıdır. Ülül-emrin müctehid demek olduğunu ve buna itâ’at edenden Resûlullahın râzı olduğunu, bu hadîs-i şerîf açıkça göstermekdedir.
II Ebû Dâvüdün[1] ve İbni Mâcenin bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (İlm üçdür: Âyet-i muhkeme, Sünnet-i kâime ve Farîdat-i âdile) buyuruldu. (Eşi’at-ül-leme’ât) ismindeki (Mişkât) şerhi, bu hadîs-i şerîfi, fârisî olarak açıklarken, (Farîda-i âdile, Kitâba ve sünnete uygun ilmdir. İcmâ’a ve Kıyâsa işâretdir. Çünki, İcmâ’ ve Kıyâs, Kitâbdan ve Sünnetden çıkarılmakdadır. Bunun için, İcmâ’ ve Kıyâs, Kitâba ve Sünnete mu’âdil ve müsâvî tutuldu ve Farîda-i âdile denildi. Böylece, ikisi ile amel etmenin vâcib olduğu tenbîh buyuruldu. Hadîs-i şerîfin ma’nâsı, dînin kaynağı dörtdür: Kitâb, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyâs demek oldu)  demekdedir.
III Ömer-ibnül-Hattâb "radıyallahü anh", Şüreyhi kâdî olarak gönderirken, (Allahın kitâbında açık olarak bildirilene bak. Bunu başkasından sorma! Burada bulamazsan Muhammed aleyhisselâmın Sünnetine tâbi’ ol! Burada da bulamazsan, ictihâd et ve anladığına göre cevâb ver!) buyurdu.
IV Hazret-i Ebû Bekre "radıyallahü anh" da’vâcı gelince, Allahü teâlânın kitâbına bakardı. Burada bulduğuna göre hükm ederdi. Burada bulamazsa, Resûlullahdan "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" işitdiğine göre cevâb verirdi. İşitmemiş ise, Eshâb-ı kirâmdan "radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în" sorup, Onların icmâ’ı ile hükm ederdi.
V Abdüllah ibni Abbâsa "radıyallahü anhümâ" birşey sorulunca cevâbını Kur’ân-ı kerîmde bulup, cevâb verirdi. Kur’ân-ı kerîmde bulamazsa, Resûlullahdan işitdiğini söylerdi. İşitmemiş ise, Ebû Bekr ile Ömere "radıyallahü anhümâ" sorardı. Cevâb alamaz ise, kendi re’yi ile bulup hükm ederdi.

Şimdi, Müctehid âlimlere sormak, dört mezheb imâmlarına sormak demek olduğunu açıklıyalım! Dört imâmı taklîd etmenin birinci vesîkası: Eshâb-ı kirâmın asrından ve ondan sonraki asrdan, bu zemâna kadar, bütün müslimânlar, bu dört imâmı taklîd etmişler. Bunlara itâ’at etmekde icmâ’ hâsıl olmuşdur. (Ümmetim dalâlet olan birşeyde icmâ’ yapmaz!) ve (Allahü teâlânın rızâsı, icmâ’dadır. Cemâ’atden ayrılan, Cehenneme gider) hadîs-i şerîfleri, bu icmâ’ın sahîh olduğunu açıkca göstermekdedir.
Dört imâmı "rahime-hümullahü teâlâ" taklîd etmenin vâcib olduğunu gösteren ikinci vesîka, İsrâ sûresinin yetmişbirinci âyetidir. Bu âyet-i kerîmede, (O gün, her fırkayı imâmları ile çağırırız!) buyurulmakdadır. Kâdî Beydâvî "rahime-hullahü teâlâ", bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde, (Her ümmeti kendilerine reîs yapdıkları Peygamberleri ve dinde uydukları kimselerin ismleri ile çağırırız) dedi. (Medârik)de de böyle yazılıdır. (Me’âlim-üt-tenzîl) tefsîrinde (İbni Abbâs, kendilerini dalâlete veyâ hidâyete sürükliyen devlet reîsleri ile çağrılır dedi. Sa’îd bin Müseyyib[1] ise, her kavm, kendilerini hayra ve şerre sürükliyen reîslerinin yanına toplanırlar dedi) demekdedir. Tefsîr-i Hüseynîde ve (Rûh-ul-beyân)da (Mezhebinin imâmı ile çağrılırlar. Meselâ, yâ Şâfi’î yâhud yâ Hanefî denilir) demekdedir. Bundan anlaşılıyor ki, kâmil ve mükemmil olan imâmlar kendilerine tâbi’ olanlara şefâ’at edeceklerdir. (Mîzân)da diyor ki, şeyh-ul-islâm İbrâhîm-ül-Lâkânî vefât edince, ba’zı sâlihler, bunu rü’yâda görüp, Allahü teâlâ sana ne yapdı dediler. (Süâl melekleri beni oturtunca, imâm-ı Mâlik gelip böyle bir kimseye, Allahü teâlâya ve Resûlüne îmândan sorulur mu? Bunu bırakınız dedi. Beni bırakdılar) cevâbını verdi. [İbrâhîm ibn-ül-Lâkânî, mâlikî kelâm âlimi olup, 1041 [m. 1632] de vefât etmişdir.] Yine (Mîzân) kitâbında, (Tesavvuf büyükleri ve fıkh âlimleri, kendilerine tâbi’ olanlara şefâ’at ederler. Rûh teslîm ederken ve kabrde Münker ve Nekîr süâl ederken ve Haşrda, Neşrde, Hesâbda, Sırâtda yanında bulunurlar. Onu unutmazlar. Tesavvuf büyükleri, kendilerine tâbi’ olanları, bütün korkulu yerlerde kollayınca, müctehid imâmlar korumaz olurlar mı? Bunlar, mezheb imâmlarıdır. Bu ümmetin bekçileridirler. Sevin ey kardeşim! Dört mezheb imâmlarından dilediğini taklîd et de se’âdete kavuş!). Görülüyor ki, kıyâmet günü, herkes mezheb imâmının ismi ile çağrılacakdır. İmâm, kendisini taklîd edene, şefâ’at edecekdir. Dört mezheb imâmlarının herbiri böyle yüksek idi. Allahü teâlâ, Lokman sûresi[1[  Sa’îd bin Müseyyib 91 [m. 710] da Medînede vefât etdi.

nin onbeşinci âyetinde, (Bana inâbet edenin yoluna tâbi’ ol!) buyurdu. Bu dört büyük imâmın, Allahü teâlâya inâbet, rücû’ etmiş oldukları sözbirliği ile bildirilmişdir.
Taklîd etmenin vâcib olduğunu bildiren üçüncü delîl, Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyet-i kerîmesidir. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerîmede meâlen, (Hidâyet yolunu öğrendikden sonra, Peygambere uymayıp mü’minlerin yolundan ayrılanı, sapdığı yola sürükleriz ve çok fenâ olan Cehenneme sokarız!) buyurmakdadır. İmâm-ı Şâfi’î hazretlerine İcmâ’ın delîl olduğunu gösteren âyet-i kerîme hangisidir diye sordular. Kur’ân-ı kerîmi üçyüz kerre okuyarak delîl aradı. Cevâb olarak, bu âyet-i kerîmeyi buldu. Bu âyet-i kerîme, mü’minlerin yolundan ayrılmağı harâm etdiği için, bu yola uymak vâcib olur. Nesefî Abdüllah,[1] (Medârik) tefsîrinde, bu âyet-i kerîmeyi açıkladıkdan sonra, (İcmâ’ın delîl olduğunu ve Kitâbdan, Sünnetden ayrılmak câiz olmadığı gibi, icmâ’dan ayrılmanın da câiz olmadığını bu âyet-i kerîme göstermekdedir) yazılıdır. (Beydâvî)[2] tefsîri de, bu âyet-i kerîmeyi açıklarken, (Bu âyet, icmâ’dan ayrılmanın harâm olduğunu gösteriyor. Mü’minlerin yolundan ayrılmak harâm olunca, bu yola uymak vâcib olur) diyor. Bu ümmetin sâlihleri, âlimleri, (bir mezhebi taklîd etmek vâcibdir. Mezhebsiz olmak büyük günâhdır) dediler. Âlimlerin bu sözbirliğinden ayrılmak, bu âyet-i kerîmeden ayrılmak olur. Çünki, Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin yüzonuncu âyetinde meâlen, (Siz, insanlar için hayrlı ümmetsiniz! İyi şeyleri emr eder. Fenâ şeyleri men’ edersiniz) buyurdu. Bu ümmetin âlimleri mezhebsizliğin fenâ olduğunu bildirdiler. Mezhebsiz olmayınız dediler. Bunun için, mezhebsiz olmak câizdir diyerek, âlimlerin bu sözlerinden ayrılan, bu âyet-i kerîmeyi inkâr etmiş olur.
Süâl: Kadyânîler[3] ve Niçerîler ve diğer mezhebsizler mü’min değil midir? Bunlara uymak da, mü’minlerin yolunda olmak değil midir?
Cevâb: Bu mezhebsizlerin âlimleri, (Edille-i şer’ıyye)nin dört kaynağından yalnız ikisine uyduklarını söyliyorlar. Diğer ikisini kabûl etmiyorlar. Böylece, müslimânların çoğunun yolundan ayrılıyorlar. (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) yolundan sapıyorlar. Bunlara uymak, insanı Cehennemden kurtarmaz. (Şî’î)ler, (Hâricî)ler, (Mu’tezile), (Cebriyye) ve (Kaderiyye) [ve (Teblîg-ı cemâ’at)] ve


[1] Nesefî 710 [m. 1310] da Bağdâdda vefât etdi.
[2] Beydâvî Abdüllah 685 [m. 1286] da Tebrîzde vefât etdi. [3] Ahmed Kadyânî 1326 [m. 1908] de Hindistânda öldü.

(Vehhâbî) fırkalarında olanlar da, kendi âlimlerine tâbi’ olduklarını söyliyorlar. Mezhebsizlerin, o fırkalara verdikleri cevâbları, biz de mezhebsizlere cevâb olarak söyleriz.
Bir mezhebi taklîd etmenin vâcib olduğunu gösteren dördüncü delîl, Nahl sûresinin kırküçüncü ve Enbiyâ sûresinin yedinci âyet-i kerîmesidir. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Bilmiyorsanız, zikr ehline sorunuz!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, ibâdetlerin ve işlerin nasıl yapılacağını bilmiyenlerin, bilenlerden sorup öğrenmelerini emr etmekdedir. Âyet-i kerîmede, sorup öğrenmek herkesden ve din câhillerinden değil, âlimlerden sormak ve bilinmiyenleri sormak emr olunmakdadır. Bunun için, bir kimse, yapacağı şeyi, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde arayamaz, bulamazsa, taklîd etdiği mezhebin müctehidinden sorup [yâhud mezhebin âlimlerinin kitâblarından okuyup] öğrenmesi lâzım olmakdadır. Sorup, öğrendiğine göre yapan kimse, o müctehidi (Taklîd) etmiş olur. Sormaz veyâ müctehidin sözüne uymaz, inkâr ederse, mezhebsiz olur.
Âyet-i kerîmede bildirilen (Zikr ehli) kimdir? Mezheb imâmı demek midir? Yoksa, câhil din adamları mıdır? Bunun cevâbını, hadîs-i şerîf bildiriyor: İbni Merdeveyh Ebû Bekr Ahmedin bildirdiği ve Enes bin Mâlikin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Bir kimse nemâz kılar, oruc tutar, hac ve gazâ eder. Fekat münâfıkdır) buyurulunca, (Nifâkı nerden gelmişdir?) denildi. (İmâmına ta’n etdiği [beğenmediği] için münâfıkdır. Onun imâmı, zikr ehlidir) buyuruldu. [İbni Merdeveyh Isfehânî, 410 [m. 1019] da vefât etdi.] Bundan anlaşılıyor ki, âyet-i kerîmedeki (Ehl-i zikr), Ülül-emr demekdir. Ülül-emrin ne demek olduğu, birinci delîlde bildirilmişdi. Sahîh olan kavle göre, Ülül-emr, ulemâ-i râsihîn ve dört mezhebin imâmlarıdır. (Ancak akl sâhibleri anlar) ve (Elbet akl sâhibleri anlar) ve (Ey akl sâhibleri, ibret alınız!) meâlindeki âyet-i kerîmeler, dört mezheb imâmlarının üstünlüklerini göstermekdedirler. Biraz arabî, fârisî öğrenip, zâhidlerden, takvâ ehlinden ve Allah adamlarından feyz almamış olan ve Nasslara, ya’nî âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi kısa görüşlerine göre ma’nâ veren câhil ve sapıklar, mezheb imâmlarının üstünlüklerinden çok uzakdırlar. Bu mezhebsizler, (Tefsîr ilminden haberi olmadan, Kur’ân-ı kerîme kendiliğinden ma’nâ verenler, Cehennemde, ateşden kazıklara oturtulacaklardır) ve (Bir zemân gelecek, din âlimi kalmıyacak. Câhiller din adamı yerine geçirilerek, bilmeden fetvâ vereceklerdir. Bunlar, doğru yolda olmıyacak ve herkesi, doğru yoldan çıkaracaklardır) hadîs-i şerîflerinde bildirilen sapıklardır. (Mişkât) kitâbında, Câbir "radıyallahü anh" diyor ki: Yolculukda, arkadaşlarımdan birinin başı yaralandı. Gusl etmesi îcâb ediyordu. Teyemmüm etmem câiz olur mu, dedi. Câiz olmaz, su ile gusl et, denildi. Yıkandı. Öldü. Medîneye gelince, Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" haber verdik. (Onun ölümüne sebeb oldular. Allahü teâlâ da onları öldürsün. Bilmediklerini niçin sorup öğrenmediler? Cehlin ilâcı, sorup öğrenmekdir!) buyurdu. Bu sahâbîler, dahâ çok bilenlerden sormadan, kendiliklerinden fetvâ verdikleri için, çok sert sözle karşılaşıp, kendilerine, (Allahü teâlâ, onları öldürsün!) buyurulunca, şimdi din adamı geçinen bir kimsenin islâm âlimlerinin kitâblarını okumadan, kendi boş kafası ve kısa görüşü ile Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere ma’nâ vermeğe kalkışmasına, böylece, müslimânların dinlerini, îmânlarını bozmasına ne denileceği meydândadır. Böyle kimseye, din, îmân hırsızı demek yerinde olur. Allahü teâlâ, hepimizi böyle din hırsızlarının zararlarından muhâfaza buyursun! Âmîn. İbni Sîrin buyuruyor ki, (Dîninizi kimden öğrendiğinize dikkat ediniz!). [Muhammed ibni Sîrin, 110 [m. 729] da Basrada vefât etdi.] Ebû Mûsel Eş’arî hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olduğu hâlde, Abdüllah bin Mes’ûdün yanında fetvâ vermekden çekinir. (Bu ilm deryâsının yanında bana birşey sormayınız) derdi. Çünki, Abdüllah ibni Mes’ûd, Ebû Mûsel Eş’arîden dahâ âlim idi. Fıkh bilgisi dahâ çok idi "radıyallahü anhümâ". İmâm-ı Şâfi’î, derin âlim olduğu hâlde, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin mezârı yanında iken, sabâh nemâzında kunût okumağı ve rükü’dan kalkarken iki eli kaldırmağı terk ederdi. Bunun sebebini sorana, (O yüce imâma olan edebim, huzûrunda, Onun ictihâdına uymıyan iş yapmama mâni’ oluyor) buyurmuşdu. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, böyle büyük bir islâm âlimi idi. Onun büyüklüğünü anlıyabilmek için, imâm-ı Şâfi’î gibi âlim olmak lâzımdır. Bu büyük âlim, İmâm-ı a’zamın kabrde diri olduğunu bilmiş, Onun huzûrunda, Onun mezhebine uymıyan iş görmekden sakınmışdır. Evet, bu büyük imâmlar "rahime-hümullahü teâlâ" fıkh ilminin mütehassısları idi. Buhârînin bildirdiği, (Allahü teâlâ, birine iyilikler vermek isterse, Onu fıkh âlimi yapar) hadîs-i şerîfindeki müjdeye kavuşmuşlardı. [İmâm-ı Muhammed Buhârî, hadîs âlimlerinin reîsi olup, 256 [m. 870] da Semerkandda vefât etmişdir.]
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, islâm ahkâmını, fıkh âlimlerinden, mezhebinin müctehidlerinden öğrenmek lâzımdır. Hadîs-i şerîflerden ve tefsîrden öğrenmemelidir. (Herkes, bir iş için yaratılmışdır) hadîs-i şerîfi, bu sözümüzün vesîkasıdır. Hadîs âlimleri, hadîs-i şerîfleri inceleyip, sahîhlerini ayırmak için yaratıldı. Tefsîr âlimleri, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâlarını doğru olarak anlayıp, bildirmek için yaratıldı. Bunların ikisi de, vazîfelerini yapmak için çok çalışdı. Maksadlarına kavuşdular. Fıkh âlimleri de, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin nasslarından ahkâm çıkarmak için yaratıldı. Bu büyük âlimler "rahime-hümullahü teâlâ" de, bu ilmin son noktasına kadar yükseldi. Bizim gibi câhillerin işini kolaylaşdırdılar. Derin ilmleri ile ve Allahü teâlânın kendilerine vermiş olduğu takvâ yardımı ile, nassların birbirine uygunsuz görünen yerlerini birbirine uydurdular. Muhkem olanlarını, te’vîlli olanlarından ayırdılar. Sonra gelmiş olanlarını, önce gelmiş olanlarından, nâsih olanlarını mensûh olanlarından ayırdılar. İşte bunun için, bu ümmet-i merhûmenin hepsi, yeryüzünün her tarafında, bu büyükleri taklîd etmeğe sarıldılar. Bu imâmların izinde bulunmağı, islâm ahkâmının anahtarı bildiler. Bütün Âlimler, Fâdıllar, Sâlihler, Müttekîler, Velîler, Kutblar, Evtâd ve Allah yolunda olanların hepsi ve Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" âşıkları, kendilerini islâm ahkâmının bu önderlerine teslîm etdi. Hadîs âlimlerinin ve tefsîr mütehassıslarının ve fıkh bilgisinde müctehid olan yüce imâmların bilgilerinin biraraya toplanmasından (dîn-i islâm) meydâna geldi. Bizim gibi câhillerin ve şaşkınların bu din büyüklerine iktidâ etmemiz [uymamız, tâbi’ olmamız] vâcibdir. Kurtuluş yolu, ancak bu imâmların gösterdiği yoldur. Ancak bu yola uyanlar kurtulur. Nefslerine uyup, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere kendi düşüncelerine göre ma’nâ verenlere uyanlar felâkete sürüklenir. En’âm sûresinin doksanıncı âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, onlara doğru yolu gösterdi. Onların yoluna iktidâ et!) buyuruldu. Kendilerine hidâyet verilenler, mezhebsizler değil, mezheb sâhibi olan yüce imâmlardır "rahime-hümullahü teâlâ".
Süâl: Kendilerine itâ’at etmemiz emr olunan Ülül-emr, müctehid olan imâmlar olduğuna inandım. (Ehl-i zikr) denilen âlimler de bunlardır. Bunları taklîd etmemiz de vâcibdir. Bunların belli birini mi, yoksa hepsini mi taklîd etmek lâzım olduğu nerden anlaşılmakdadır? Bir işin dört imâmdan "rahime-hümullahü teâlâ" herhangi birine uygun olması kâfî olur mu?
Cevâb: İki veyâ üç yâhud dört imâmı birlikde taklîd etmek mümkin değildir. Çünki, dört imâmın ictihâdlarının birbirlerine uymadığı çok iş vardır. Bir işi yapmağa biri vâcib, diğeri ise harâm demişdir. Meselâ, deriden kan çıkınca, İmâm-ı a’zam, abdest bozulur dedi. İmâm-ı Şâfi’î bozulmaz dedi. Erkeğin derisi, kadının derisine değince, imâm-ı Şâfi’î, ikisinin de abdesti bozulur dedi. İmâm-ı a’zam ise, ikisinin de bozulmaz dedi. İmâm-ı Mâlik ile imâm-ı Ahmed bin Hanbel arasında da böyle ihtilâflar vardır. Böyle ihtilâflı olan işlerde, meselâ İmâm-ı a’zama uysa, diğerlerine uymamış olur. Diğer imâmlara uygun yapan da, bu işde İmâm-ı a’zama uymamış olur "rahmetullahi aleyhim ecma’în". Böyle bir işi, dört mezhebe de uygun yapmak imkânsız olduğu gibi, üç imâma ve iki imâma birlikde uyarak yapılamıyacak işler çokdur. Böyle [ihtilâflı] işler, ancak bir imâma uyarak  yapılabilir.
Süâl: Ba’zı işleri bir imâma uyarak, başka işleri de, başka bir imâma uyarak, dahâ başkalarını da, üçüncü imâma uyarak, başka işleri de, dördüncü imâma uyarak yaparsak, dört imâma da uymuş oluruz. Buna ne dersiniz?
Cevâb: Böyle yapmak, dîni oyuncak yapmak olur. Halâl ve harâm ortadan kalkar. Bu ise, memnû’dur. Harâmdır. Müslimdeki hadîs-i şerîfde, (Münâfık, iki koç arasında dolaşan koyun gibidir. Bir ona gider. Bir ötekine gider) buyuruldu. Buhârîdeki hadîs-i şerîfde de, (İnsanların kötüsü, iki yüzlü olanlardır. Ba’zılarına bir yüz ile, başkalarına, başka yüz ile görünür) buyuruldu. Bunlar, Tevbe sûresinin otuzsekizinci âyetinde bildirilen kimselerdir. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Nesî, küfrde ziyâde olmakdır. Kâfirler bununla aldatılır. Bir ayı halâl sayarlar. Başka sene ise, bu ayı harâm sayarlar) buyuruldu. Ya’nî, birşeye, bir yıl halâl derler. Başka zemânda  harâm derler.
İbnül Hümâm, (Tahrîr-ül-üsûl) kitâbında ve İbnül-Hâcib, (Muhtasar-ül-üsûl) kitâbında ve (Dürr-ül-muhtâr)da, (Bir işi bir mezhebe göre yapmağa başladıkdan sonra, bu işi ve buna bağlı olan işleri yapmağa devâm ederken, bu mezhebi taklîd etmekden vazgeçmenin memnû’ olduğu sözbirliği ile bildirilmişdir) denilmekdedir. [Osmân ibni Hâcib-i Mâlikî, 646 [m. 1248] de İskenderiyyede vefât etdi.] (Bahr-ür-râık)da (İmâm-ı a’zamı taklîd edenin, hep hanefî mezhebine tâbi’ olması vâcibdir. Zarûret olmadıkça, başka mezhebe göre iş yapması câiz değildir. Büyük âlim Kâsımın bildirdiği gibi, bir mezhebe göre amel edenin, bu mezhebden ayrılmasının câiz olmadığı sözbirliği ile bildirilmişdir) diyor. [Kâsım bin Katlûbüga Mısrî hanefî 879 [m. 1474] de vefât etdi.] (Müsellem-üssübût) kitâbında diyor ki, (Mutlak müctehid olmıyanın, âlim de olsa, bir [mutlak] müctehidi taklîd etmesi lâzımdır). Bu kitâbı Muhibbullah Bihârî Hindî hanefî yazmış, 1119 [m. 1707] de vefât etmişdir.]
İmâm-ı Abdülvehhâb-ı Şa’rânî,[1] (Mîzân) kitâbının yirmidördüncü sahîfesinde diyor ki, (Ayn-ül-ülâya yükselmemiş bir âlimin,


[1] Şa’rânî 973 [m. 1565] de vefât etdi.

dört mezhebden birini taklîd etmesi vâcibdir. Taklîd etmezse, doğru yoldan sapar. Başkalarını da sapdırır).
İbni Âbidîn "rahmetullahi aleyh", (Redd-ül-muhtâr)ın ikiyüzseksenüçüncü sahîfesinde diyor ki, (Âmînin mezheb değişdirmesi câiz değildir. Dilediği bir mezhebi taklîd etmesi lâzımdır). Âmî, müctehid  olmıyan demekdir.
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî "rahime-hullahü teâlâ"[1] (Ikd-ülceyyid) kitâbında diyor ki, (İctihâd derecesine yükselmemiş din adamının, hadîs-i şerîfden anladığı ile amel etmesi câiz değildir. Çünki, hadîs-i şerîflerin mensûh veyâ te’vîlli yâhud muhkem olduğunu ayıramaz). İbni Hâcib de, (Muhtasar) kitâbında böyle yazmakdadır. Yine Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî "rahmetullahi aleyh", (Füyûd-ül-Haremeyn) kitâbında, (Hanefî mezhebi, mezheblerin en kıymetlisidir. (Buhârî) kitâbında toplanmış olan (sünnet-i Nebeviyye) yoluna en uygun olan, bu mezhebdir) demekdedir.
Dâtâ Genc-i Bahş-i Lâhorî "rahime-hullahü teâlâ",[2] (Keşf-ülmahcûb) kitâbında diyor ki, Yahyâ Mu’âz-ı Râzî "rahmetullahi aleyh" Resûlullahı "sallallahü aleyhi ve sellem" rü’yâda gördü. Yâ Resûlallah! Seni nereden arayıp bulayım, dedi. (Ebû Hanîfenin mezhebinde) buyurdu. [Yahyâ bin Mu’âz "rahmetullahi aleyh", 258 [m. 872] de Nişâpûrda vefât etdi.]
İbni Hümâm "rahmetullahi aleyh", (Tahrîr) kitâbında diyor ki, (Bir kimsenin, taklîd etdiği mezhebi, ya’nî ona uygun iş yapmağa başladığı mezhebi terk etmesinin câiz olmadığı sözbirliği ile bildirilmişdir).
Mevlânâ Abdüsselâm, (Cevhere) şerhinde diyor ki, (İbâdetlerde ve ictihâd ile yapılan işlerde, dört mezhebden birini taklîd eden kimse, böyle yapdığı işi, Allahü teâlânın emrine uygun olarak yapmış olur). [Abdüsselâm bin İbrâhîm Lâkânî Mâlikî "rahmetullahi aleyh", babasının (Cevheret-üt-tevhîd) manzûmesini şerh ederek, (İttihâf-ül-mürîd) ismini vermiş, 1078 [m. 1668] de Mısrda vefât etmişdir.]
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî "rahmetullahi aleyh", (Mebde’ ve Me’âd) kitâbında buyuruyor ki, (Hanefî mezhebinde, imâm arkasında, cemâ’atin ayakda okumamasının haklı olduğunu, Allahü teâlâ bu fakîre bildirdi).
Şâh Abdül’azîz-i Dehlevî "rahime-hullahü teâlâ", (Allahü teâ[1] Veliyyullah Dehlevî 1176 [m. 1762] de vefât etdi.
[2] Alî bin Osmân Dâtâ Gencbahş 465 [m. 1072] de vefât etdi.

lâya şerîk yapma!) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde buyuruyor ki, (İtâ’at olunması farz olan kimseler altıdır: Din bilgilerinde müctehid olanlar, turuk-ı aliyye meşâyıhı,...). [Abdül’azîz Dehlevî, 1239 [m. 1823] de Delhîde vefât etdi.]
İmâm-ı Gazâlî "rahmetullahi aleyh", (Kimyâ-yı se’âdet) kitâbında, emr-i ma’rûfu anlatırken buyuruyor ki, (Taklîd etmekde olduğu mezhebe uygunsuz iş yapmağa, hiçbir âlim câiz dememişdir).
Abdülhak-ı Dehlevî "rahmetullahi aleyh", (Sıfr-üs-se’âdet) şerhinde diyor ki, (İslâm dîninin binâsı, bu dört direk üzerine kurulmuşdur. Bir kimse, bu dört yoldan birine girerse ve bu dört kapıdan birini açarsa, başka yola geçmesi ve başka kapıya sarılması, abes ve lehv olur. İşlerinin düzenini bozmuş, doğru yoldan ayrılmış olur). Başka bir yerinde buyuruyor ki, (Âlimlerin sözbirliği ve âhır-zemânda müslimânlara en uygun yol, dört mezhebden birini taklîd etmekdir. Din ve dünyânın düzeni böyle olur. Herkes, önceden dilediği mezhebi seçer. O mezhebi taklîde başladıkdan sonra, bunu bırakıp, başka mezhebe geçmek, hiç şübhesiz, birinci mezhebe sû’i zan etmek olur. İşler ve sözler bozulur, karışır. Sonra gelen âlimler, bunu sözbirliği ile bildirdiler. Doğrusu da budur. Hayr bundadır).
İmâm-ı Kuhistânî "rahime-hullahü teâlâ" (Muhtasar-ı Vikâye) şerhinde, (Kitâb-ül-eşribe)den önce diyor ki, (Mu’tezile gibi, hak yolun çeşidli olduğuna inananlar, âmînin [câhilin] mezhebleri dilediği gibi karışdırabileceğini söylediler. Ehl-i sünnet âlimleri, hak te’addüd etmez dedi ve âmînin belli bir imâma uyması lâzım olduğunu bildirdiler. (Keşf) kitâbı, bunu uzun anlatmakdadır. Her mezhebde mubâh olanları, kolay olanları araşdırıp, bunları yapmağa, mezhebleri (Telfîk) denir. Böyle yapan, fâsık olur. Sa’îd bin Mes’ûdün (Tahâvî şerhi) bunu iyi anlatmakdadır). [Muhammed Kuhistânî Hanefî, 962 [m. 1508] de Buhârâda vefât etmişdir.]
Süâl: Mezhebleri (Telfîk) etmenin, din ile oynamak olduğuna inanan ve bir mezhebi taklîde başlayınca, başka mezhebe geçmenin câiz olmadığını kabûl eden kimse, kendi mezhebinin haklı olduğunu söylemez mi?
Cevâb: Her mezhebde bulunanın böyle söylemesi için, vesîkaları vardır. Burada, Hanefî mezhebine tâbi’ olmanın dahâ iyi olacağını gösteren vesîkaları bildireceğiz. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit "rahmetullahi aleyh", dört mezheb imâmları içinde, Eshâb-ı kirâma en yakın olanı, en âlim olanı, fıkhda en derin olanı, vera’ı en çok olanı idi. İmâm-ı Abdülvehhâb-ı  Şa’rânî

"rahmetullahi aleyh" şâfi’î mezhebinde olduğunu bildirdiği hâlde, insâf ile, İmâm-ı a’zamı şöyle tanıtmakdadır: (Ona hiç kimse dilini uzatmamalıdır. Çünki O, dört imâmın en büyüğü, mezhebin ilk kurucusu, senedleri Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" en yakın olanı, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin yaşayışlarını en çok göreni idi. Her sözü Kitâba ve Sünnete dayanmakdadır. Kendi re’yi, düşüncesi ile hiç birşey söylememişdir). İmâm-ı Şa’rânî gibi büyük bir âlimin (Rabbânî âlim) dediği ve kendi re’yi ile hiçbir şey söylememişdir dediği bir yüce imâm için ve talebeleri için, birkaç hadîs âliminin (Eshâb-ı re’y) demeleri çok haksız bir isnâddır. Böyle söyliyenleri Allahü teâlâ afv buyursun. [İmâm-ı a’zam, 150 [m. 767] de Bağdâdda, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, 973 [m. 1565] de Mısrda vefât etmişlerdir "rahime-hümallahü teâlâ".]
Şâfi’î mezhebindeki büyük âlimlerden ibni Hacer-i Mekkî İmâm-ı a’zamı tanıtmak için "rahime-hümallahü teâlâ" ayrı bir kitâb yazmışdır. Kitâbının ismi (Hayrât-ül-hisân fî-menâkıb-inNu’mân)dır. [Ahmed Tahâvî Hanefînin (Ukûd-ül-Mercân fî-menâkıb-ı Ebî Hanîfet-in-Nu’mân) kitâbı da meşhûrdur. Tahâvî, 321 [m. 933] de vefât etdi.]
Hanefî âlimlerinden ibni Âbidîn "rahime-hullahü teâlâ", (Redd-ül-muhtâr) kitâbının önsözünde diyor ki, İmâm-ı a’zamın, büyüklüğünün şâhidi, mezhebinin en çok yayılmış olmasıdır. Diğer mezheb imâmları, Onun bütün sözlerini sened olarak almışlardır. Mezhebinin âlimleri, Onun zemânından, bu zemâna kadar, her yerde Onun sözleri ile fetvâ verdiler. Evliyâdan çoğu, Onun mezhebine göre çalışarak kemâle geldiler. Anadolu, Balkan müslimânları, Hind, Sind ve Mâverâ’ünnehr [ya’nî Türkistân], yalnız Onun mezhebini bilirler. Abbâsî devleti, her ne kadar, cedlerinin mezhebinde idi ise de, kâdîlarının, hâkimlerinin, âlimlerinin çoğu hanefî mezhebinde idi. Beşyüz seneye yakın bu mezhebe göre amel etdiler. Bu devletin yerine kurulmuş olan Selçûkî ve sonra Harezmî melikleri ve büyük Osmânlı devleti hep hanefî idi.
Büyük âlim Muhammed Tâhir sıddîkî hanefî, 981 [m. 1573] de vefât etdi. (Mecma’ul-bihâr fî-garâib-it-tenzîl ve letâ’if-il-ahbâr) kitâbında diyor ki, (İmâm-ı a’zamdan Allahü teâlânın râzı olduğuna alâmet, mezhebinin her yere yayılmasını kolaylaşdırmasıdır. Bu işde bir sırr-ı ilâhî olmasaydı, yeryüzündeki müslimânların çoğu Onun  mezhebinde olmazdı).
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî "kaddesallahü sirrehul’azîz" (Mektûbât) ismindeki fârisî kitâbının ikinci cildinin ellibeşinci mektûbunda buyuruyor ki, imâm-ı a’zam    Ebû
– 182 –

Hanîfe, Îsâ aleyhisselâma benzemekdedir. Vera’ ve takvâ ni’metine kavuşduğu için ve Sünnet-i seniyyeye uyduğu için, nasslardan ahkâm çıkarmakda ve ictihâd yapmakda, çok yüksek dereceye ulaşmışdır. Ba’zı âlimler, Onun bu derecesini anlıyamadılar. Onun ictihâd ile bulduğu şeyler, çok ince bilgiler oldukları için, Kitâba ve Sünnete uymıyor sandılar. Bu yüce imâma, re’y sâhibi dediler. Onun ilminin hakîkatine yetişemedikleri, Onun anladığını anlıyamadıkları için, böyle yanıldılar. Hâlbuki, imâm-ı Şâfi’î "aleyhirrahme", Onun anladığı bilgilerden, az birşey sezerek, (Fıkh âlimlerinin hepsi, fıkh ilminde, Ebû Hanîfenin talebesidir) dedi. Muhammed Pârisâ "rahimehullah", (Füsûl-i sitte) kitâbında, (Hazret-i Îsâ "aleyhisselâm" gökden [Şâma] inince ictihâd ve ameli imâm-ı Ebû Hanîfenin mezhebine uygun düşecekdir) buyurdu. Bu söz, belki yüce imâmın Îsâ aleyhisselâma benzerliğini göstermekdedir. Ellibeşinci mektûbundan terceme burada temâm oldu. [Muhammed Pârisâ, Buhârânın büyük âlimi ve büyük Velî olup, 822 [m. 1419] de, Medînede vefât etdi.]
Bu ümmetin Âlimlerinin, Sâlihlerinin [Velîlerinin] çoğu hanefî mezhebinde idiler. Mezhebsizlerin böyle bir âlime ve ilmi ile âmile dil uzatmaları ve mezheb taklîd edenlere kâfir sözleri, hattâ (Fıkh kitâblarını okuyan kâfir olur) gibi küstahca konuşmaları, (El-cerh-u a’lâ Ebî Hanîfe) ve başka kitâblarda açıkca yazılıdır. Bu nasîbsizlerin, bu büyük ve mubârek imâma böyle saldırmalarının sebebi acabâ nedir? Bilmiyorlar ki, Ona düşmanlık, bu ümmet-i merhûmeye düşmanlıkdır. (Üsûl-i Erbe’a) kitâbının, dördüncü kısmında, buraya kadar yazılmış olanların çoğu, mevlânâ mahbûb Ahmed Müceddidî Emretserînin (Kitâb-ül-mecîd fî-vücûb-it-taklîd) kitâbından alındı.
Altıyüzaltmışbeş 665 [m. 1266] de vefât etmiş olan Ebül-Müeyyed Muhammed bin Mahmûd Hârezmînin toplamış olduğu (Müsned-i kebîr-i imâm-ı Ebû Hanîfe) kitâbı on nev’dir. Birinci nev’de, İmâm-ı a’zamı medh eden haberler ve eserler bildirilmişdir. [Haber, hadîs-i şerîf demekdir. Eser, sahâbî sözü demekdir.] Birinci nev’inde, Sadr-ül-kebîr Şeref-üd-dîn Ahmed bin Müeyyidinin Hârezm şehrinde kendisine bildirdiği hadîs-i şerîfi yazmakdadır. Ebû Hüreyrenin "radıyallahü anh" bildirdiği bu hadîs-i şerîfde, (Ümmetim arasında Ebû Hanîfe denilen biri gelecekdir. O, kıyâmet günü ümmetimin ışığı olacakdır) buyuruldu. Yine bu yoldan gelen bir hadîs-i şerîfde, (Ümmetim arasında biri gelecekdir. İsmi Nu’mân, künyesi Ebû Hanîfedir. O, ümmetimin ışığıdır) buyuruldu. Yine bu yoldan gelen Enes bin Mâlikin bildirdiği hadîs-i

şerîfde, (Benden sonra bir kimse gelir. İsmi Nu’mân bin Sâbitdir. Künyesi Ebû Hanîfedir. Allahü teâlâ, dînini ve benim sünnetimi Onun elinde kuvvetlendirecekdir) buyuruldu. Yine bu yoldan gelen haberde, (Size, Kûfe şehrinde gelecek birini bildiriyorum. Künyesi Ebû Hanîfedir. Kalbi ilm ve hikmet ile doludur. Âhır zemânda, (Benâniyye) denilen kimseler, Onun yüzünden helâk olacaklardır) buyuruldu. Mezhebsizler bu hadîs-i şerîflere karşı gelir. Bunları haber verenler arasında, nasıl oldukları iyi bilinmiyen kimseler var derler. Onlara deriz ki, sonra gelenlerin bilmemeleri, önce gelmiş olanlara kusûr olmaz. Bu hadîs-i şerîfler, (Kütüb-i sitte)de yokdur derlerse, hadîs-i şerîflerin sayısı, Kütüb-i sittede bildirilmiş olanlar kadar değildir. Başka hadîs kitâblarında da sahîh hadîslerin çok bulunduğu sözbirliği ile bildirilmişdir. Tirmizîde yazılı, Ebû Hüreyrenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Îmân Süreyyâ yıldızına gitse, Fâris ehlinden biri, onu geri getirir) buyuruldu. Bunun İmâm-ı a’zamı bildirdiği muhakkakdır. (Üsûl-i erbe’a)dan terceme burada temâm oldu. [Bu kitâbı fârisî olarak Muhammed Hasen Cân Serhendî Müceddidî "rahmetullahi teâlâ aleyh" yazmış, 1346 [m. 1928] da Hindistânda ve 1975 de İstanbulda basılmışdır. Hasen Cân, 1349 [m. 1931] de Pâkistân Haydarâbâdda vefât etdi.]
İmâm-ı Abdürrahmân Süyûtînin (Dürr-ül-mensûr) kitâbında, Hâkimin[1] Abdüllah ibni Mes’ûddan bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Önce inen kitâblar, bir harf ya’nî kelime idi ve birşeyi bildirirlerdi. Kur’ân-ı kerîm yedi harf üzerine nâzil oldu. Yedi şey bildirmekdedir: Zecr (yasak), Emr, Halâl, Harâm, Muhkem (açık bildirilenler), Müteşâbih (açıkca anlaşılamıyan) ve Misâller. Bunlardan, halâli halâl biliniz! Harâmı harâm biliniz! Emr edilenleri yapınız! Yasak edilenlerden sakınınız! Misâl ve hikâye olanlardan ibret alınız! Muhkem olanlara uyunuz! Müteşâbih olanlara inanınız! Bunlara inandık. Hepsini Rabbimiz bildirmişdir deyiniz!) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, vehhâbî kitâbının dörtyüzaltıncı sahîfesinde de yazılıdır. Süriyede Hamâda Sultân câmi’i hatîb ve müderrisi allâme Muhammed Hâmid, (Lüzûm-ü ittibâ’ı mezâhib-il eimme) kitâbında, hanefî mezhebini uzun anlatmakda ve dört mezhebden birine tâbi’ olmanın vâcib olduğunu isbât etmekdedir. Kitâb 1388 [m. 1968] de yazılmış, 1984 de İstanbulda ofset ile tekrâr basılmışdır.  [İmâm-ı  Süyûtî  "rahmetullahi  teâlâ  aleyh"  911  [m.


[1] Hâkim Muhammed bin Abdüllah 405 [m. 1014] de Nişâpûrda vefât etdi.

1505] de Mısrda vefât etdi.]
22 Dörtyüzondördüncü sahîfede, (Allahdan başkasına düâ etmek, başkasından sıkıntısını gidermesini istemek, ihtiyâclarını başkasından beklemek, mezârları büyük bilmek, onları putlaşdırmak, üzerine türbe yapmak, türbelerde nemâz kılmak, türbedekilere ibâdet etmek, kalb ile, söz ile, ibâdet ile ölülerden birşey beklemek büyük şirkdir. Cehennemde sonsuz kalmağa sebebdirler. Allah adı ile yalan yemîn etmekden korkmuyorlar. Ahmed Bedevî adı ile yalan yemîn etmekden çekiniyorlar. Bu ise, onu Allahdan dahâ üstün, dahâ kuvvetli bilmekdir) diyor.
Kitâbın müellifi, doğru ile yanlışı karışdırmakdadır. Kuru yanında yaşı da yakmak istemekdedir. Allahü teâlâyı bırakıp da, başka bir ölüden veyâ diriden birşey beklemek, başkası adı ile yalan veyâ doğru yemîn etmek, elbet şirk olur. Îmânı giderir. Fekat, birkaç kişi böyle yapıyor diyerek, kabr ziyâret etmeğe, türbede, Kâ’beye karşı, Allah rızâsı için nemâz kılıp, sevâbını meyyite hediyye etmeğe, Allahü teâlânın sevdiği kulunu, Allahın yaratması için vesîle etmeğe şirk demek, bunun için türbeleri, mezârları yıkmak, islâmiyyete ve müslimânlara iftirâ olur. Müslimânlara kâfir diyen kimse, bunu düşmanlık ile, inâd ederek söyliyorsa, kendisi kâfir olur. Şübheli olan Nassları yanlış te’vîl ederek söyliyorsa, kâfir olmaz ise de, bid’at sâhibi olur. Kitâbın bu yazısı, câmi’lere hırsızlık yapmak için veyâ mezhebsizlik propagandası için gidenler, vâizlere, hatîb efendilere, iftirâ ederek ihbâr yapmak için, göze girmek için, iyi tanınmak için gidenler var, o hâlde, câmi’leri yıkmalıdır demeğe benziyor. Böyle söyliyen, bilmez mi ki, câmi’ler, o kötü işler için yapılmamışdır. Nemâz kılmak, va’z etmek, Kur’ân-ı kerîm dinlemek için yapılmışdır. Böyle, birkaç kötülük için, câmi’leri yıkmak değil, kötülük yapanları câmi’lere, iyi insanlar arasına sokmamak lâzımdır. Kötü, bozuk kimseleri ileri sürerek, Ehl-i sünnet olan temiz müslimânlara müşrik demek, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" ve Velîlerin, Âlimlerin "rahime-hümullahü teâlâ" türbelerine saygısızlık yapmak, islâm düşmanlığıdır.
Büyük âlim Abdülganî Nablüsînin "rahime-hullahü teâlâ" (Hadîka) kitâbının yüzelliüçüncü sahîfesinden başlıyarak, sahîfelerce yazdıklarının özeti şöyledir: (Edille-i şer’ıyye) ya’nî din bilgilerinin kaynağı dörtdür: Kitâb, sünnet, kıyâs ve icmâ’. Kıyâs ile icmâ’, Kitâbdan ve sünnetden çıkmışdır. Şu hâlde, din bilgisinin ana kaynağı Kitâb ve sünnetdir. Bu ikisinden alınmıyan her bilgi, her iş, (Bid’at)dir. Bid’at olan inanışlar, bilgiler ve işler, sapıklıkdır. İnsanı felâkete götürür. Meselâ, tesavvufcu, tarîkatcı   olduğunu

söyliyen kimseler, bir münkeri, ya’nî icmâ’ ile bildirilenlere uymıyan birşeyi yapınca, (biz bâtın bilgilerini biliyoruz. Bu iş bize halâldir. Siz kitâbdan öğreniyorsunuz. Biz ise, Muhammed aleyhisselâmdan sorup anlıyoruz. Onun sözüne güvenmezsek, Allahdan sorup öğreniyoruz. Şeyhimizin himmeti bizi ma’rifetullaha kavuşduruyor. Kitâbdan, üstâddan birşey öğrenmeğe ihtiyâcımız yokdur. Allah bilgilerine kavuşmak için kitâb okumamak, mektebe gitmemek lâzımdır. Bizim yolumuz bozuk olsaydı, nûrlar, Peygamberler, rûhlar, bize görünmezlerdi. Biz yanılırsak, harâm işlersek, rü’yâda bize bildirilir, doğruları öğretilir. İlm adamlarının kötü gördükleri şeyler, bize rü’yâda kötülenmedi, iyi bildiğimiz için yapıyoruz) diyorlar. Bu gibi saçma sözler, zındıklıkdır, sapıklıkdır. İslâmiyyet ile alay etmekdir. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere hakâret etmek, güvenmemekdir. Bunlarda yanlış ve zemâna uymıyan şey bulunduğunu söylemekdir. Böyle bozuk sözlere inanmamalıdır.
Ehl-i sünnet âlimleri "rahime-hümullahü teâlâ" buyuruyor ki, (İlhâm) vâsıtası ile ahkâm anlaşılamaz. Ya’nî, Allahü teâlânın, Velîlerin "rahime-hümullahü teâlâ" kalblerine verdiği bilgiler, halâl ve harâmlar için delîl, sened olamazlar. Resûlullahın "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" mubârek kalbine ilhâm, her müslimân için seneddir. Herkesin bunlara uyması lâzımdır. Evliyânın ilhâmı islâmiyyete uygun ise, yalnız kendisine seneddir. Başkalarına sened olamaz. İlhâm, Kitâbın ve Sünnetin ma’nâlarını anlamağa yardım eder. İlhâm, sâlih mü’minlerde olur. Bid’at sâhiblerinin ve fâsıkların kalblerine şeytânın vesveseleri gelir. Kalbe gelen bilgilere (İlm-i ledünnî) denir. Bu ilm rûhânî veyâ şeytânî olur. Birincisine (İlhâm), ikincisine (Vesvese) denir. İlhâm Kitâba ve Sünnete uygun olur. Vesvese, bunlara uygun olmaz. Rü’yâ da, rahmânî veyâ şeytânî olur. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", Peygamber olduğu bildirilmeden önce, altı ay, rü’yâ ile amel eyledi. Tesavvuf büyüklerinden yüksek Velî Cüneyd-i Bağdâdî "rahime-hümullahü teâlâ"[1] (İnsanları, Allahü teâlânın sevgisine kavuşduracak yol, yalnız Muhammed aleyhisselâmın yoludur. Bundan başka olan dinler, mezhebler, tarîkatler, rü’yâlar çıkmaz sokakdır. İnsanı se’âdete kavuşdurmazlar. Kur’ân-ı kerîmin ahkâmını öğrenmiyen ve hadîs-i şerîflere uymıyan kimse, câhil ve gâfildir. Buna uymamalıdır. Bizim ilmimiz, mezhebimiz, Kitâb ile Sünnetdir) buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî "rahime-hüllahü teâlâ" buyuruyor ki, (Bir Ve[1] Cüneyd-i Bağdâdî 298 [m. 910] da Bağdâdda vefât etdi.

lî, islâmiyyete uydukca ilerler. İlhâmları artar. Fekat, Velîlere gelen ilhâmlar, Kitâb ve Sünnetin üstüne çıkamaz.) Sırrî-yi Sekâtî[1] (Tesavvufun üç ma’nâsı vardır. Birincisinde sôfinin kalbinde Allahü teâlâya olan ma’rifeti, vera’ının nûrunu söndürmez. Kalbinde olan ma’rifet nûru ile, maddenin ve enerjilerinin hakîkatlerini, özlerini anlar ve Allahü teâlânın ismlerinin, sıfatlarının tecellîlerine kavuşur. Bedeninde olan vera’ nûru ile, islâmiyyetin ince bilgilerini anlar. Her işi, islâm ahkâmına uygun olur. İkinci ma’nâsına göre, sôfinin kalbinde, Kitâba ve Sünnete uymıyan ilm bulunmaz. Uygun olup olmadığını, zâhir ve bâtın bilgilerinde derin âlim olup, tesavvuf büyüklerinin kullandıkları kelimeleri anlıyanlar ayırabilir. Tesavvufun üçüncü ma’nâsına göre, sôfinin kerâmetleri, islâm bilgilerinin hiçbirine aykırı olmaz. İslâm ahkâmına uymıyan şeyler, (Kerâmet) olmaz. Bunlara (İstidrâc) denir) buyurdu.
Evliyânın sözlerinin, işlerinin islâm ahkâmına uygun olup olmadığını her ilm sâhibi anlıyamaz. Tesavvuf bilgilerini iyi bilmek ve tesavvuf büyüklerinin sözlerinin ma’nâsını iyi anlamak lâzımdır. Meselâ, Bâyezîd-i Bistâmî "rahime-hullahü teâlâ"[2] (Sübhânî mâ a’zama şânî) buyurdu. Yalnız zâhirî bilgileri olanlar bu sözü, (Mahlûklardaki kusûrlar bende yokdur. Benim şânım çok büyükdür) demek sanır. Muhyiddîn-i Arabî "rahime-hullahü teâlâ", bu söz için, Allahü teâlânın büyüklüğünü, hiç kusûrlu olmadığını en iyi olarak bildirmekdedir dedi. Tenzîhin tenzîhidir buyurdu. Şöyle ki, Allahü teâlâyı Ona lâyık olarak tenzîh ve tesbîh edemediğini gördü. Allahü teâlâ tâm münezzeh olarak tecellî etdiği gibi, Onun isti’dâdı ve gücü kadar yapdığı tenzîhe ve tesbîhe uygun tecellîler de olmakdadır. Bu tecellîleri tesbîh etmesini, kendi isti’dâdını tesbîh etmek görüp, kendimi tesbîh ediyorum dedi. Böylece, Sübhânî dedikden sonra, başkalarının tesbîhlerinin, dahâ aşağı olduğunu, onların tenzîhlerine göre olan tecellîlerde görerek, kendi tesbîhinin dahâ uygun olduğunu görünce, (Benim isti’dâdım dahâ büyükdür) dedi. Görülüyor ki, bu sözü ile islâmiyyete uygun olan birşeyi anlatmak istemişdir. Sekr hâlinde olduğundan, başka kelime bulamamış, ince bilgilerini, herkesin anlıyamıyacağı kelimelerle bildirmişdir. Yine bu büyük Velî, Bistâm şehrinde talebesini alarak, velî olduğu söylenilen bir kimseyi görmeğe gitdiler. Zühdü, takvâsı dillerde dolaşan o kimsenin yanına gidince, kıble tarafına tükürdüğünü gördü. Selâm vermeyip, yanından uzaklaşdı. (Bu adam Resûlullaha "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" karşı lâzım olan edebler[1] Sırrî Sekâtî 251 [m. 865] de Bağdâdda vefât etdi.
[2]  Bâyezîd-i Bistâmî 261 [m. 875] de Bistâmda vefât etdi.

den birini gözetmedi. Velî olmak için lâzım olan edebleri de gözetemez) dedi. Kıbleye karşı edebsizlik, kötü birşeydir. Ehl-i sünnet âlimleri, yatarken ve otururken kıbleye karşı ayak uzatmağa mekrûh dedi. Allahü teâlâ, Kâ’beyi tavâf etmeği ve tavâfda temiz olmağı emr eyledi. Muhyiddîn-i Arabî "rahime-hullahü teâlâ" buyuruyor ki, düâlarının kabûl olduğunu söyliyen bir kimse, islâmın edeblerinden bir edebi gözetmezse, çok kerâmetleri görülse de, ona inanılmaz. Yine Bâyezîd-i Bistâmî buyurdu ki, (Bir kimse, Velî olduğunu söylerse, hattâ havada oturursa, ibâdetleri yapmasına ve harâmlardan sakınmasına ve islâmiyyete uymasına bakmadan sözüne inanmayınız). [Şimdi, din kitâbı yazanları da, böyle kontrol etmeli, islâmiyyete uymıyanların din kitâblarını okumamalıdır!] [Bâyezîd-i Bistâmî, Hazer denizi cenûbunda Bistamda, Muhyiddîn-i Arabî 638 [m. 1240] da Şâmda vefât etmişlerdir.]
Abdürra’üf-i Münâvî "rahime-hullahü teâlâ", (Câmi’ussagîr) şerhinde diyor ki, avâmın ya’nî müctehid olmıyanların, Sahâbe-i kirâmı taklîd etmelerinin câiz olmadığını, âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir. Bu sözbirliğini, imâm-ı Ebû Bekr-i Râzî "rahime-hullahü teâlâ" haber vermekdedir. Müctehid olanın, dört mezhebden başka olan ictihâdlara uymaları câizdir. Fekat, uyarak yapdığı işde, onun bütün şartlarını gözetmesi lâzımdır. Ebû Süleymân-ı Dârânî "rahime-hullahü teâlâ" buyuruyor ki, (Çok vakt, kalbime düşünceler geliyor. Kitâba ve Sünnete uygun bulursam kabûl ediyorum.) Zünnûn-i Mısrî "rahime-hullahü teâlâ" buyuruyor ki, (Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, bütün ahlâkda ve bütün işlerde, Onun sevgili Peygamberine "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" uymakdır.) [Abdürra’üf Münâvî, 1031 [m. 1621] de Mısrda, Ebû Süleymân, 205 [m. 820] de Şâmda, Zünnûn-i Mısrî, 245 [m. 860] de vefât etmişlerdir.]
(Hadîka)da, yüzseksenikinci sahîfesinde, imâm-ı Kastalânînin (Mevâhib-i ledünniyye) kitâbından alarak buyuruyor ki, Allahü teâlâyı sevmek ikiye ayrılır: Farz olan sevmek, farz olmıyan sevmek. Farz olan sevmekle, emrleri yapılır. Yasaklarından sakınılır. Kazâ ve kaderine râzı olunur. Harâm işlemek ve farzları yapmamak, bu sevginin gevşek olduğunu gösterir. Farz olmıyan sevgi, nâfileleri yapdırır. Şübhelilerden sakınmağa sebeb olur. Buhârînin Ebû Hüreyreden "radıyallahü anh" haber verdiği, (Allahü teâlâ, kulumu bana yaklaşdıran şeyler arasında bana en sevgili olanları, ona farz kıldığım şeylerdir. Kulum nâfile ibâdetleri yapmakla bana o kadar yaklaşır ki, onu çok severim. Onu sevince, onun duyan kulağı, gören gözü ve tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Her istediğini veririm. Benden yardım isteyince, imdâdına yetişirim buyurdu) hadîs-i kudsî gösteriyor ki, Allahü teâlânın çok sevdiği ibâdet, farzları yapmakdır. Burada bildirilen nâfile ibâdetler, farzlarla birlikde yapılanlardır. Bunlar, bu farzlardaki kusûrları temâmlar. Ömer bin Alî Fâkihânî diyor ki, (Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, farzlarla birlikde nâfile ibâdetleri yapan, Allahü teâlânın sevgisini kazanır.) Ebû Süleymân Hattâbî diyor ki, (Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, bunların düâları kabûl olur). Bunların düâ etdikleri kimseler, murâdlarına kavuşurlar. [Fâkihânî İskenderî Mâlikî 734 [m. 1334] de vefât etmişdir. Ebû Süleymân Ahmed Hattâbî Büstî, 388 [m. 998] de vefât etmişdir. Velîlerden düâ, yardım beklemek, bunun için onlara yalvarmak şirk olur demek, bu hadîs-i şerîfe inanmamak olur.]
Abdülganî Nablüsî "rahime-hullahü teâlâ", buyuruyor ki, Cüneyd-i Bağdâdîden başlıyarak, buraya kadar yazdıklarımızı, tesavvuf büyüklerinden Abdülkerîm Kuşeyrînin "rahime-hullahü teâlâ"[1] risâlesinden aldım. Tarafsız olarak bunları incele! Adı geçen bu tesavvuf büyüklerinin, Velîlerin, islâmiyyete nasıl yapışmış olduklarını gör! Bütün keşflerini, kerâmetlerini, kalb bilgilerini, ilhâmlarını, hep Kitâb ve Sünnet ile ölçmekdedirler. Resûlullahın "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" yolundan ayrılan câhillerin sözleri ileri sürülerek, Ehl-i sünnet âlimlerine, tesavvuf büyüklerine dil uzatmak, bir müslimâna yakışır mı? Bu Velîlere ve bu Allah adamlarını seven müslimânlara, müşrik diyene inanılır mı? Evliyânın kerâmetleri hakdır, doğrudur. Ehl-i sünnet i’tikâdında olan ve islâmiyyete uyduğu görülen kimselere, Allahü teâlânın âdeti dışında, [ya’nî fizik, kimyâ ve fizyoloji kanûnları dışında] ikrâm etdiği, ihsân etdiği şeylere (Kerâmet) denir. Bir Velî, kerâmet sâhibi olduğunu söylemez. Kerâmet göstermesini dilemez. Kerâmet, Velînin ölüsünde de, dirisinde de hâsıl olur. Peygamberler ölünce, Peygamberlikden ayrılmadıkları gibi, Velîler de ölünce, evliyâlık derecesinden düşmezler. Velîler, Allahü teâlâya ve sıfatlarına ârifdirler. Kur’ân-ı kerîmde, birçok Velîlerin kerâmetleri bildirilmekdedir. Îsâ aleyhisselâm babasız dünyâya gelince, hazret-i Meryemde görülen kerâmetler bunlardandır. Zekeriyyâ aleyhisselâm hazret-i Meryemin odasına geldiği zemân, yanında yiyecek olduğunu görür. Bunu nereden aldın derdi. Çünki, onun yanına, Zekeriyyâ aleyhisselâmdan başka, kimse girmezdi. O da, Allahü teâlâ yaratdı cevâbını verirdi. Eshâb-ı Kehfin kerâmetleri de, Kur’ân-ı  ke[1]  Kuşeyrî 465 [m. 1072] de Nişâpûrda vefât etdi.

rîmde bildirilmekdedir. Mağarada senelerce aç ve susuz kaldılar. Âsaf bin Berhıyânın, Belkısın tahtını Süleymân aleyhisselâma getirmesi de Kur’ân-ı kerîmde bildiriliyor. Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin binlerce kerâmetleri, kitâblarda yazılıdır ve dillerde dolaşmakdadır. Mezhebsizlerin, kerâmetlere inanmamalarına pek de şaşmamalıdır. Çünki, kendilerinde kerâmet hiç hâsıl olmadığı gibi, hocalarında ve büyük bildiklerinde böyle şeyler görüldüğünü duymuyorlar. İmâm-ı Necmeddîn Ömer Nesefîden "rahime-hullahü teâlâ" kerâmeti sorduklarında, Allahü teâlânın, Evliyâsına, ya’nî sevdiği kullarına, âdetini bozarak, ihsânda bulunması, ehl-i sünnete göre câizdir buyurduğu, ibni Âbidînde, Mürted bahsi sonunda yazılıdır. [Ömer Nesefî, 537 [m. 1143] de, Semerkandda vefât etmişdir.]
Evliyânın az zemânda uzak yerlere gitdikleri ibni Âbidînde, (Nesebin sübûtü faslı) sonunda da yazılıdır. Bunun üzerine şâfi’î ve hanefî mezheblerinde, fıkh mes’eleleri bile yapılmışdır. İbn-i Hacer-i Hiytemînin "rahime-hullahü teâlâ" fetvâlarında diyor ki, bir Velî, bulunduğu yerde akşam nemâzını kıldıkdan sonra, garba doğru çok uzağa gitse, gitdiği yerde güneş batmamış olsa, burada güneş batınca, akşam nemâzını tekrâr kılması lâzım olmadığını söyliyenler çokdur. Şemseddîn Remlî "rahime-hullahü teâlâ" ise, lâzım olur buyurdu. [İbni Hacer-i Hiytemî, 974 [m. 1567] de Mekkede, Muhammed Remlî, 1004 [m. 1596] de vefât etmişlerdir.] İhtiyâc olduğu zemân, yiyecek içecek ve giyecek, hemen hâsıl olması da çok görülmüşdür. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" amcası oğlu Ca’fer Tayyârın "radıyallahü teâlâ anh" havada uçduğu târîh kitâblarına geçmişdir. Lokmân-ı Serahsînin ve benzerlerinin uçdukları da meşhûrdur. Su üstünde yürümek, ağaç, taş ve hayvanlarla konuşmak da çok görülmüşdür. Allahü teâlânın, böyle âdetinin ve kanûnlarının dışında yapdığı şeyler, Peygamberlerde hâsıl olursa, (Mu’cize) denir. Peygamberlerin "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" diri olması şart değildir. Öldükden sonra da, Allahü teâlâ mu’cize ihsân eder. Bunun gibi, Velîler öldükden sonra da, Allahü teâlâ bunlara (Kerâmet) vermekdedir. Hiçbir Velî, hiçbir Nebînin derecesine yükselemez. Velîler, dereceleri ne kadar yüksek olursa olsun, Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uymaları lâzımdır.
Velîlerin en yükseği hazret-i (Ebû Bekr-i Sıddîk)dır "radıyallahü anh". Bundan sonra, en yükseği hazret-i (Ömer-ül-Fârûk)dur "radıyallahü anh". Ömer "radıyallahü anh" müslimân olmadan önce, otuzdokuz müslimân vardı. Gizli ibâdet ederlerdi. Bu,    müslimân olunca, (Bugünden sonra artık gizli ibâdet olunmaz) dedi. İslâmiyyetde, açıkca ilk ibâdet eden, (Ömer-ül-Fârûk)dur "radıyallahü anh". Bu ikisinden sonra Velîlerin en yükseği, hazret-i (Osmân-ı Zin-nûreyn)dir "radıyallahü anh". Resûlullahın "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" Rukayye ve Ümm-ü Gülsüm adındaki iki mubârek kızı ile "radıyallahü teâlâ anhünne" ard arda evlendiği için, (İki nûr sâhibi) adı ile şereflenmişdir. Bu iki zevcesi ölünce, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", (Bekâr bir üçüncü kızım dahâ olsaydı, onu da Osmâna verirdim) buyurdu. Bundan sonra, Evliyânın en üstünü, hazret-i (Aliyy-ül-mürtezâ)dır "radıyallahü anh". Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" Tebük gazâsına giderken, hazret-i Alîyi, Medînede, Ehl-i beytini korumak için, kendi yerine vekîl bırakmağa râzı oldu ve (Sen, bana, Hârûnun Mûsâya olduğu gibisin. Şu kadar var ki, benden sonra, hiç Peygamber gelmiyecekdir) buyurmuşdu. Bunun için, kendisine mürtezâ denildi. Resûlullahdan "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" sonra, bu dördünün hilâfeti, üstünlükleri sırasına göre oldu. Bunlardan sonra, Evliyânın en üstünleri (Eshâb-ı kirâm)ın hepsidir "radıyallahü anhüm ecma’în". Eshâb-ı kirâmın ismlerini ve aralarında olan muhârebeleri söylerken, kalbimizin ve dilimizin onlara karşı saygılı ve iyi olması lâzımdır. Çünki, onların birbirleri ile muhârebeleri, ictihâd ayrılığı idi. Onların bu işlerine de sevâb vardır. Yanılanlarına bir sevâb, doğru olanlarına iki sevâb verildi. (Aşere-i mübeşşere) denilen on kişinin Cennete gideceklerini, Resûlullah haber verdi. Bunlar, dört halîfe ve Talha ve Zübeyr ve Sa’d bin ebî Vakkâs ve Sa’îd bin Zeyd ve Ebû Ubeyde bin Cerrâh ve Abdürrahmân bin Avfdır. Resûlullahın mubârek kızı hazret-i (Fâtımatüz-Zehrâ) "radıyallahü anhâ" ile bunun iki oğlu, (Hasen) ve (Hüseyn)in ve (Hadîce-tül-Kübrâ) ve (Âişe-i Sıddîka)nın "radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în" da Cennetlik olduklarına inanırız. Bunlardan başka, hiç kimsenin ismini söyliyerek Cennetlik olduğunu söyliyemeyiz. Başka âlimlerin, Velîlerin Cennete gideceklerini, çok zan ederiz. Fekat, kesin söyliyemeyiz. Eshâb-ı kirâmdan sonra, Evliyânın en üstünü, (Tâbi’în)in üstünleridir. Onlardan sonra (Tebe-i Tâbi’în)in üstünleridir "rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în".
Müellif, (Allahü teâlâyı sevmenin on sebebi vardır. Dokuzuncusu, Allahı sevenlerle berâber bulunmak, onların sözlerinden dökülen tatlı meyveleri toplamak, onların yanında, ancak lâzım olunca konuşmakdır. Bu on sebebe yapışmakla, muhabbet dereceleri aşılır. Sevgiliye kavuşulur) diyor.

Biz de, böyle inanıyoruz. Tesavvuf büyüklerini bunun için seviyoruz. Allahü teâlânın sevdiği Velîlerin yanına onun için üşüşüyoruz. Onları bunun için övüyoruz. Böyle yapanlara, niçin müşrik diyor anlıyamıyoruz.
23 (Feth-ul-mecîd) kitâbının, dörtyüzonbeşinci sahîfesinde, (Kasîde-i bürde, büyük câhillikdir. Yalnız Peygamberlerin koruması ile necât olurmuş. Bu kasîde, Kitâba ve Sünnete karşı gelmekdedir. Bu kasîdeyi Kur’ândan üstün tutuyorlar) diyor.
Kitâbının önsözünde, (Sü’ûd torunu Abdül’Azîz[1] tevhîdi yeniledi. Arabistân yarım adasına sulh ve emniyet getirdi. Oğlu Sü’ûd da, geçmişlerinin yoluna hayât verdi. Hulefâ-i râşidînin yolunu açdı) diyor. Sü’ûd oğullarının kılınclarının keskin olmasına düâ ediyor. Yunanistanda, Atinanın en lüks otellerinde, yüzlerce gayr-ı meşrû’ câriye ile, Yunan kızları arasında, yıllarca sefâhet, içki ve fuhş âlemleri sürerek 1384 [m. 1964] de zevk, safâ, işret içinde ölen Sü’ûdü ve dedelerini övmek için (hayât verdi, yol açdı) gibi medhiyeler söylemesi, ondan yardım dilemesi şirk, suç olmıyor da, imâm-ı Busayrînin "rahime-hullahü teâlâ", Allahü teâlânın sevgili Peygamberini "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" övmesi, o yüce Peygamberi, mahlûkların en yüksek derecesine çıkarması, (Her istediğini vereceğim) müjdesi ile şereflenmiş olan o en yüksek Peygamberden yardım ve şefâ’at istemesi, suç ve şirk oluyormuş. Utanmadan bu yazıları, din kitâbı diyerek müslimânların önüne sürmekdedir. Gençleri aldatmak, mezhebsiz yapmak için, islâm âlimlerine, müslimânların gözbebeklerine, müşrik, sapık demekden hayâ duymamakdadır. İmâm-ı Rabbânînin "rahime-hullahü teâlâ" birinci cild, kırkdördüncü mektûbda bildirdiği hadîs-i şerîflerde, Resûlullahın kendi yüksek makâmını anlatmasına, acaba ne diyecekdir. Peygamberlerin seyyidi, gelmiş gelecek, bütün insanların en üstünü olduğunu bildirdiği için, o şerefli Peygambere "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" de, (hâşâ) kirli kalemini bulaşdırmak küstahlığını mı yapacak? Bu konuda, onüçüncü maddede geniş bilgi verildi. Lütfen o maddeyi de okuyunuz!
24 Bu vehhâbî kitâbının dörtyüzonaltıncı sahîfesinde, (İbrâhîm Neha’î, Allahü teâlâya, sonra sana sığınırım demek câiz olur dedi ise de, bu söz diri ve hâzır olup birşey yapmağa gücü yeten ve sebeb olan kimse için söylenir. Ölüler his etmez, duymaz, fâide


[1]  Abdül’Azîz bin Abdürrahmân bin Faysal 1372 [m. 1953] de öldü.

ve zarar yapmağa güçleri yokdur. Ölülere ve gâib olan dirilere karşı böyle söylenmez. Ölülere herhangi bir sûretle bağlanmak câiz değildir. Böyle olduğunu, Kur’ân açıkca bildiriyor. Ölülerden birşey istemek, yâhud onlara birşey söyliyerek değer vermek, kalbi ile veyâ bir iş yapmakla bağlanmak, onları ilâh, ma’bûd, tanrı yapmak olur) diyor.
Bu saçma yazıları ile, Kur’ân-ı kerîme de iftirâ etmekdedir. İslâm âlimleri "rahime-hümullahü teâlâ" bu sapık yazılara, âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle cevâb vermişler. Bunların aldandıklarını ve gençleri aldatarak felâkete sürüklemekde olduklarını isbât etmişlerdir. Bu kıymetli kitâblardan Seyyid Dâvüd bin Süleymânın "rahime-hullahü teâlâ" (Minhat-ül-vehbiyye fî reddil-vehhâbiyye) kitâbı, ofset yolu ile, 1389 [m. 1969] da İstanbulda basdırılmışdır. 1973 de ikinci, 1990 da üçüncü baskısı yapılmışdır. Arabî olan bu kitâb, ilk olarak 1305 hicrî yılında, Bombayda basılmışdı. Seyyid Dâvüd, derin âlim, büyük Velî, kerâmetler sâhibi olan mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin "rahime-hullahü teâlâ" talebesi olup, 1222 de Bağdâdda tevellüd ve 1299 [m. 1881] da orada vefât etdi. Hâl tercemesi (Müncid) lügat kitâbında (Hâlidî) isminde yazılıdır. İbrâhîm Neha’î İmâm-ı a’zamın hocasının hocasıdır. 96 da Kûfede vefât etdi. (Minhat-ül-vehbiyye) kitâbında diyor ki:
Ehl-i sünnet i’tikâdından ve mezheblerden ayrılanlar, bugünlerde çoğalmakdadır. Bu sapıklar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine müşrik diyorlar. Bu mubârek ümmeti öldürmeli, mallarını almalı diyorlar. Bunlar, böylece, felâkete sürükleniyorlar. Allahü teâlânın yardımı ile, vehhâbî denilen bu sapıkları, şu küçük kitâbımla red etmeğe, yazılarının bozukluğunu isbât etmeğe kalkışdım. Bunu okuyarak, belki yanıldıklarını anlar, hidâyete kavuşurlar. Böylece, büyük bir hizmet etmiş olurum.
Vehhâbîler, Peygamberleri "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" ve sâlih kullardan Evliyâyı "rahime-hümullahü teâlâ" vâsıta yaparak, onları şefâ’atcı kılarak, Allahü teâlâdan dilekde bulunmağa ve Allahü teâlânın kerâmet olarak onlara verdiği kuvvet ile sıkıntıdan kurtarmalarını istemeğe ve Allahü teâlânın bir dileğe kavuşdurması veyâ bu sıkıntıdan kurtarması için, kabrlerine gidip, onlardan şefâ’at istemeğe inanmıyorlar. İnsan ölüp, toprak olunca, işitmez, görmez, kabr hayâtı diye birşey yokdur diyorlar. Dünyâda birşeye kavuşmak için, diriler sebeb yapıldığı hâlde, ölülerin de, birşeye kavuşmak için sebeb yapılmasına bir dürlü inanmıyorlar. Eğer, ölülerin kabr hayâtı denilen bir hayât ile diri olduklarına ve bu hayâtlarından dolayı, bildiklerine, işitdiklerine, gördüklerine ve kendilerini ziyâret edenleri tanıdıklarına, selâm verenlere karşılık selâm verdiklerine ve birbirlerini ziyâret etdiklerine, kabrde ni’met veyâ azâb içinde olduklarına ve ni’metin ve azâbın, rûh ile bedene birlikde olduğuna ve tanıdıkları dirilerin yapdıkları işlerin kendilerine bildirildiğine ve iyi işleri öğrenince, Allahü teâlâya hamd edip birbirlerine müjde verdiklerine ve işi yapana düâ etdiklerine, kötü işleri öğrenince, bunları yapanlara düâ ederek yâ Rabbî! Bunlara iyi işler yapmak nasîb et! Bize yapdığın gibi, onlara da hidâyet nasîb eyle dediklerine inansalardı, böyle inkâr etmezlerdi. Çünki ölmek, bir evden, başka bir eve göç etmekdir. Bu bildirdiklerimizin hepsinin doğru olduklarını, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler ve icmâ’ı ümmet bildirmekdedir. Bunlara inanmıyan, îmân edilmesi vâcib olan birşeye inanmamış olup, bid’at fırkalarından olur. Resûlullahın "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" sünnetinden ayrılmış olur. Çünki, Mahşer yerinde toplanmak için dirilip, mezârdan çıkmağa inanmak, îmânın altı şartından biridir. Buna inanmıyan kâfir olur. Ölüler için kabr hayâtı olup, ni’meti ve azâbı duyduklarına inanmamak, küçük kıyâmete inanmamakdır. Küçük kıyâmet, büyük kıyâmetin örneğidir.
[Kabr azâbına inanmıyan câhiller, (Mezârda bedenler çürümüşdür. Organlar kalmamışdır. Duymazlar, görmezler. Bedene azâb ve ni’met olmaz) diyorlar. Buna deriz ki, rûhun ölmediğine siz de inanıyorsunuz. Bunun için, onun duyduğuna, işitdiğine, gördüğüne de inanmalısınız. Böyle olunca, rûhdan şefâ’at dilemek, ondan yardım istemek gibi, Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta olmasını beklemeğe, karşı olmamanız îcâb eder. Çünki, bütün dinler, insan ölünce, rûhun diri kaldığını bildirmekdedir. Diri insanlar, Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta, sebeb oldukları gibi, diri rûhların da, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olacağı red edilmez. Bunu, iyi düşünemediği için, ölüden bir yardım beklenemez. Allahü teâlânın birşeyi yaratması için, Allahü teâlânın sevdiği kullarının rûhlarından yardım bekliyen, onlardan şefâ’at istiyen kâfir olur, müşrik olur diyorlar.
Osmânlı devletinde yetişmiş olan âlimlerin büyüklerinden Ehîzâde Abdülhalîm bin Muhammed "rahime-hullahü teâlâ", (Es-sâdât fî-isbât-il-kerâmeti lil-Evliyâ-i hâlel-hayât ve ba’del memât) kitâbında, Allahü teâlânın Evliyâya kerâmet verdiğini, kerâmetlerin öldükden sonra da devâm etdiğini vesîkalarla isbât etmekdedir. Abdülhalîm efendi, 1013 [m. 1604] de vefât etmişdir. Merginânînin (Hidâye)sine yapdığı şerh ile (Eşbâh)a ta’lîkı ve (Dürer ve Gurer) hâşiyeleri çok kıymetlidir. Sa’düddîn-i Teftâzânî "rahimehullahü teâlâ"[1] (Akâid-i Nesefiyye) şerhinde, Evliyânın kerâmetlerini uzun yazmışdır. Birçok âlimler, bu şerh üzerine hâşiyeler yapmışlardır. Bunlardan biri, Hindistân âlimlerinden Abdül’Azîz Ferhârînin "rahime-hullahü teâlâ" (Nebrâs) ismindeki arabî şerhidir. Buna da, Muhammed Berhurdâr Mültânî "rahime-hullahü teâlâ" çok kıymetli bir hâşiye yapmışdır. Bunun 476. cı sahîfesinde diyor ki, (Kerâmetin mevcûd olduğunu isbât eden vesîkaların en kuvvetlisi, Eshâb-ı kirâmın çoğundan hâsıl olan kerâmetlerdir. Bunları bildiren çeşidli kitâblar arasında, imâm-ı Ca’fer Müstagfirînin "rahime-hullahü teâlâ" (Delâil-ün-nübüvve) kitâbıdır. Mu’tezile sapık fırkasında olanlar, kerâmeti inkâr etdi ise de, Ehli sünnet âlimleri bunlara uzun cevâblar vermişlerdir). Abdül’Azîz Ferhârî 1239 [m. 1824] de Hindistânda, imâm-ı Ca’fer Müstagfirî Nesefî de, 432 [m. 1041] de vefât etmişlerdir.
Şimdi, Sü’ûdî Arabistân hükûmetinin dünyâya vehhâbîliği yaymak için propaganda genel müdürlüğü kurduğunu, bunun için, her sene milyonlarca altın lira dağıtdığını haber alıyoruz. Her memleketde bulunan, dînini, vicdânını satabilecek birkaç soysuz, beyinsiz kimse, paraya kavuşmak için, birçoğu da islâmiyyeti bilmediğinden, yalanlara aldanarak, dinde reform akıntısına kapıldığı için, mezhebsizlik dellâllığı yapmakda, gençleri zehrlemekde, felâkete sürüklemekdedir. Kendilerini din adamı tanıtan bu câhiller, âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri tanımıyorlar. Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în-i ızâmın sözlerini bilmiyorlar. Koyu câhildirler. Biraz arabca öğrenince, kendini âlim zan etmek, katmerli câhil olmak alâmetidir. Böyle kimse, okuyup öğrenmeğe, adam olmağa özenmez. Aldıkları altınlarla, zevk ve safâya dalar. Dinden de, dünyâ bilgilerinden de habersiz kalır. Zevallı gençler, böyle kimseyi din adamı, hem de âlim sanır. İslâmiyyeti yıkan, kemiren, bunlardır. Din adamı ismi altında, müslimânların başına geçmeleri ise, büyük felâket olur. Böyle câhil kalanlar, din bilgisi diyerek, kısa akllarına, boş kafalarına gelen hayâlleri yazarlar. Sapıkdır ve başkalarını da sapdırmakdadırlar. Buhârîdeki hadîs-i şerîf, bunların türeyeceklerini haber vermekdedir.]
Kabrde, hem rûha, hem de bedene ni’met ve azâb vardır. Buna, böylece inanmak lâzımdır. İmâm-ı Muhammed bin Hasen Şeybânî "rahime-hullahü teâlâ" 135-189 [m. 805], (Akâid-i Şeybâniyye) manzûmesinde, (Kabr azâbı vardır. Kabr azâbı, hem rûha, hem de bedene olacakdır) buyurdu. Ya’nî, kabrde ni’metler ve a[1] Teftâzânî Mes’ûd 792 [m. 1389] da Semerkandda vefât etdi.

zâblar, rûha ve cesede birlikde olacakdır. Diriler bunu görmezse de, inanmak lâzımdır. Gaybe îmân etmek lâzımdır. Buna inanmamak, kıyâmet günü olan (ba’s) ya’nî, mezârdan kalkmağa inanmamağa yol açar. Çünki, ikisi de, Allahü teâlânın kudreti ile olmakdadır. Birine inananın, ötekine de inanması akla uygundur. İnsan kabr azâbını, diri iken anlıyamıyor ise de, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler ve bu ümmetin önce gelenleri, kabr azâbı olacağını haber vermişlerdir. Bu haberleri aşağıda ayrı ayrı bildireceğiz. Sonra, Allahü teâlânın sevdiği kullarının mezârlarından şefâ’at ve Allahü teâlânın yaratması için vâsıta, vesîle olmalarını istemek câiz olduğunu gösteren hadîs-i şerîfleri bildireceğiz. Bunları okuyup anlıyanlar, ölülerin kendilerinin birşey yapmadıklarını, mezhebsizlerin iftirâ etdikleri gibi, onlardan birşey yapmalarının istenilmediğini göreceklerdir. Bunlar, dirilerin hareket etdiklerini, iş yapdıklarını görerek, bunlardan yardım, şefâ’at istiyenlerin bunların kendilerinden istediklerini sanıyorlar. Hâlbuki, dirilerden istemek de, bunların, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olmalarını istemekdir. Herşeyi yaratan, yapan, yalnız Allahü teâlâdır. Diri de, ölü de, canlı da, cansız da, Onun yaratmasına sebeb olmakdadır. Onun yaratmasına, mahlûkların sebeb olmalarını, yine O dilemişdir. Âlemin nizâmlı, düzenli olması için, birçok şeyi, sebeb ile yaratmak istemişdir. Dilediği birçok şeyi de, sebebsiz yaratmakdadır.
Peygamberler "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" ve Evliyâ "rahime-hümullahü teâlâ" mezârlarında, kabr hayâtı denilen, bilmediğimiz bir hayât ile diridirler. Kendiliklerinden birşey yapamazlar. Allahü teâlâ, onlara sebeb olacak kadar kuvvet ve kıymet vermişdir. Onları sevdiği için, onlara, âdeti dışında olarak ikrâm, ihsân yapmakdadır. Onların hurmeti için, istenileni yaratır. İstenilenin yaratılmasına sebeb olmaları onlardan istenir. Mezhebsizlerin, Ehl-i sünnet, mezârlara tapınıyorlar, müşrik oluyorlar demeleri yalandır. Müslimânlara iftirâdır. Birkaç câhil veyâ dinsiz, sâf köylüleri soymak, dünyâ menfe’ati sağlamak için, islâmiyyete uymıyan, kötü iş yapabilir. İslâm bilgileri, islâm ahlâkı, bir memleketde azalırsa, böyle zındıkların, sapıkların türeyecekleri belli bir şeydir. Bunları behâne ederek, mezhebsizliği savunmak yerine, bu bozuk işleri düzeltmek, yıkıcı değil, yapıcı olmak îcâb eder. Müslimânlar arasında, kabr hayâtına ve kabrde ni’met ve azâblar olduğuna inanıp da, Peygamberlerin ve Evliyânın öldükden sonra, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olacaklarına inanmıyanlar var. Yâhud, Allahü teâlânın yaratmasını düşünmeden yalnız onlardan isteniliyor, onlardan şefâ’at istenmesi, dileklerin onlar vâsıtası ile elde edilmesi, islâmiyyetde bildirilmemişdir diyenler de vardır. Böyle söyliyenler, kabr hayâtına inanmıyanlar kadar zararlı değildir. Bunlar, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri bilmedikleri için yâhud inâd ederek böyle söyliyorlar. Müslimânların inâdcı olmaması, doğru sözü kabûl etmesi lâzımdır. Cevâblarımızı sekiz kısm hâlinde bildireceğiz.
Birinci kısm: Peygamberler "aleyhimüssalâtü vesselâm" kabrlerinde diridirler. Diri olmaları, sözde değildir. Tâm diridirler. Âl-i İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyetinde meâlen, (Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız! Onlar, Rablerinin yanında diridirler. Rızklandırılmakdadırlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, şehîdlerin diri olduklarını bildiriyor. Şehîdler, başka müslimânlar gibidirler. Onlardan bir üstünlükleri yokdur. Peygamberler, şehîdlerden elbet dahâ ileride ve dahâ üstündür. İslâm  âlimlerine göre, her Peygamber, şehîd olarak ölmüşdür. Bunu bilmiyen yokdur. Burhâneddîn Alî Halebî,[1] (İnsân-ül’uyûn) ismindeki (Siyer) kitâbında, derecesi aşağı olanda, derecesi yukarı olanda bulunmıyan bir üstünlük bulunabilir diyor ise de, bu sözün burada yeri yokdur. Çünki bu söz, âyet-i kerîmede veyâ hadîs-i şerîfde açıkca bildirilmemiş olan üstünlük içindir. Peygamberlerin şehîd oldukları, hadîs-i şerîfler ile bildirilmiş olduğu için, Halebînin sözü, burada düşünülemez. Buhârîde ve Müslimde bildirilen hadîs-i şerîfde, (Mi’râc gecesinde, Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçirildim. Mezârında, ayakda nemâz kılıyordu) buyuruldu. Beyhekînin ve başkalarının bildirdikleri bir hadîs-i şerîfde, (Peygamberler, mezârlarında diridirler. Nemâz kılarlar) buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ toprağın Peygamberleri çürütmesini harâm etmişdir) buyuruldu. Bunun doğru olduğunu, âlimler sözbirliği ile bildirmekdedir. Buhârîde ve Müslimde, (Allahü teâlâ, Mi’râc gecesinde, bütün Peygamberleri, Peygamberimize gönderdi. Onlara imâm olup, iki rek’at nemâz kıldılar) yazılıdır. Nemâz kılmak, rükû’ ve secde yapmakla olur. Bu haber, diri olarak, cesed ile, beden ile kıldıklarını gösteriyor. Mûsâ aleyhisselâmın, kabrinde nemâz kılması da, bunu göstermekdedir.  (Mişkât)  kitâbının son cildinde, (Mi’râc) bâbının birinci faslı sonunda, Müslimden alarak Ebû Hüreyrenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kâ’benin yanında, Kureyş kâfirleri, bana Beyt-ül-mukaddesin nasıl olduğunu sordular. Oralara dikkat etmemişdim. Çok sıkıldım. Allahü teâlâ bana gösterdi. Kendimi Peygamberler arasında gördüm. Mûsâ a[1] Alî Halebî şâfi’î 1044 [m. 1634] de Mısrda vefât etdi.

leyhisselâm, ayakda nemâz kılıyordu, za’îf idi. Saçları dağınık ve sarkık değildi. Şen’e kabîlesinden bir yiğit gibi idi. Îsâ aleyhisselâm, Urve bin Mes’ûd Sekafîye benziyordu) buyuruldu. Şen’e, Yemende bulunan bir kabîlenin ismidir. Bu hadîs-i şerîfler, Peygamberlerin, Rableri yanında diri olduklarını gösteriyor. Onların cesedleri [bedenleri], rûhları gibi latîf olmuşdur. Kesîf, katı değildir. Madde ve rûh âleminde görünebilirler. Bunun için Peygamberler, rûhları ve bedenleri ile görünebilirler. Hadîs-i şerîfde, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın, nemâz kıldıkları bildiriliyor. Nemâz kılmak, çeşidli hareketler yapmakdır. Bu hareketler, beden ile olur. Rûh ile olmaz. Mûsâ aleyhisselâmı, orta boylu, eti az, za’îf, saçları toplu gördüm buyurması, rûhunu değil, bedenini gördüğünü gösteriyor. Peygamberler, başka insanlar gibi ölmez. Geçici olan dünyâdan, sonsuz kalıcı olan âhırete göç ederler. İmâm-ı Beyhekî (İ’tikâd) kitâbında buyuruyor ki, Peygamberler, mezâra kondukdan sonra rûhları bedenlerine geri verilir. Biz onları göremeyiz. Melekler gibi, görünmez olurlar. Yalnız, Allahü teâlânın kerâmet olarak ihsân etdiği seçilmiş kimseler görebilir. İmâm-ı Süyûtî de böyle bildirmişdir. İmâm-ı Nevevî ve Sübkî ve İmâm-ı Kurtubî üstâdından böyle haber vermişlerdir. [İmâm-ı Beyhekî 458 [m. 1066] de Nişâpûrda, imâm-ı Ebül-Hasen Alî Sübkî 756 [m. 1355[ da Mısrda, Muhammed Kurtubî 671 [m. 1272] de vefât etmişlerdir.] Hanbelî âlimlerinden ibni Kayyım-ı Cevziyye (Kitâb-ür-Rûh)da, onun bu haberini yazmakdadır. Şâfi’î âlimlerinden ibni Hacer-i Hiytemî ve Şemsüddîn-i Remlî ve kâdî Zekeriyyâ ve hanefî âlimlerinden Ekmelüddîn ve Şernblâlî ve mâlikî âlimlerinden ibni Ebî Cemre ve talebesi İbnülhâc (Medhal) kitâbında ve İbrâhîm Lakânî (Cevheretüt-tevhîd) kitâbında ve dahâ birçok âlimler, böyle olduğunu bildirmişlerdir. [İbni Kayyım-ı Cevziyye 751 [m. 1350] de, İbni Teymiyye 728 [m. 1328] de, Şemsüddîn Muhammed Remlî 1004 [m. 1596] de, Kâdî Muhammed Zekeriyyâ 926 [m. 1520] da Mısrda vefât etmişlerdir.] Hicretin altmışbirinci senesinde (Harre) olayında Yezîdin adamları Medîne-i münevverede işkence yapdıkları gün, Saîd bin Müseyyib diyor ki, Mescid-i nebîde ezân okunamaz, nemâz kılınamaz olunca, (Hucre-i nebeviyye)den ezân ve ikâmet sesi işitildi. Bunu, ibni Teymiyye de, (İktizâ-üs-Sırât-il-müstakîm) kitâbında yazmakdadır. Çok kimse, selâmlara, Kabr-i se’âdetden cevâb verildiğini, çok zemân işitmişlerdir. Başka kabrlerden de, selâmlara cevâb verildiği, çok işitilmişdir. Bunu ileride, bildireceğiz. Peygamberlerin mezârlarında diri oldukları sözbirliği ile bildirilmiş olduğu anlaşıldı. Sahîh hadîsde, (Bana selâm verilince, Allahü teâlâ, rûhumu geri gönderip, ona cevâb veririm)  buyuruldu.

Bu hadîs-i şerîf, yukarıda bildirilenlere uygun olmuyor denilemez. Ya’nî, mubârek rûhunun cesed-i şerîfinden ayrıldığını, selâm verilince geri verildiğini gösteriyor denilemez. Böyle söyliyenlere karşı, âlimler çeşidli cevâblar vermişdir. İmâm-ı Süyûtî "rahmetullahi teâlâ aleyh", bu cevâblardan onyedisini bildiriyor. Bu cevâbların en güzeli, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", cemâl-i ilâhîyi görmeğe dalmışdır. Bedendeki duyguları unutmuşdur. Bir müslimân selâm verince, mubârek rûhu, bu dalgınlıkdan ayrılıp, beden duygularını alır. Dünyâda, böyle olanlar da az değildir. Bir dünyâ işi veyâ âhıret işi, aşırı düşünülürken, insan yanında konuşulanı duymaz. Cemâl-i ilâhîye dalan kimse, bir sesi işitebilir mi?
Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" uykuda ve uyanık iken görülebilir mi? Görülebilirse, görünen, kendisi midir, benzeri midir? Âlimlerimiz, buna çeşidli cevâb verdiler. Kabrde diri olduğunu, sözbirliği ile bildirdikden sonra, kendisinin görüldüğünü çoğunlukla beyân buyurmuşlardır. Böyle olduğu, hadîs-i şerîflerden de anlaşılmakdadır. Bir hadîs-i şerîfde, (Beni rü’yâda gören uyanık iken görmüş gibidir) buyuruldu. Bunun için, imâm-ı Nevevî hazretleri, Onu rü’yâda görmek, tâm kendisini görmekdir dedi. Nitekim, Abdürraüf Münâvînin,[1] (Künûz-üd-dekâık) kitâbında yazdığı ve Buhârîde ve Müslimde bulunduğunu bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Beni rü’yâda gören doğru görmüşdür. Çünki şeytân, benim şeklime giremez) buyuruldu. Rü’yâda benzeri görülmüş olsaydı, doğru olarak görülmüş olmazdı. İbrâhîm Lakânî, (Cevheret-üt-tevhîd) kitâbında diyor ki, hadîs âlimleri, Resûlullahın uyanık iken de, rü’yada da görülebileceğini, sözbirliği ile bildirmişlerdir. Görülen, kendisi midir, benzeri midir, bunda ayrılmışlardır. Çokları, kendisidir dedi. İmâm-ı Gazâlî ve Ahmed Karâfî ve birkaç âlim ise, benzeridir dedi. Kendisi görülür diyenler çoğunlukdadır. İçlerinde otuzdan çok hadîs imâmı, büyük âlimler vardır. Herbirinin senedlerini, vesîkalarını, ayrı bir kitâbda bildirdim. [Ekmelüddîn Muhammed Bâbertî 786 [m. 1384] da, Şernblâlî Hasen 1069 [m. 1658] da Mısrda, Abdüllah ibni Ebî Cemre 675 [m. 1276] de ve Muhammed ibnülhâc Fâsî 737 [m. 1337] de ve İbrâhîm Lakânî 1041 [m. 1632] de ve Ahmed Şihâbüddîn Karâfî 684 [m. 1285] de vefât etmişlerdir "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în".]
İkinci kısm: Ölülerin işitmelerine ve görmelerine gelince, şehîdlerin, kabrlerinde diri oldukları, Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildi[1] Münâvî 1031 [m. 1621] de Kahirede vefât etdi.

rilmişdir. Velîler, Allahü teâlânın, kerâmet olarak ihsân etmesi ile, işitir ve görürler. Allahü teâlâ, sevdiği kulları için, âdetinin, kanûnlarının dışında şeyler yaratır. Önce Peygamberlerin ve hele bunların en yükseği olan Muhammed aleyhisselâmın ve şehîdlerin ve Velîlerin, mezârlarında işitdiklerine ve görmelerine inanmıyan câhilleri susdurmak için, kâfirlerin bile mezârda duyduklarını ve işitdiklerini bildireceğiz. Buhârînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Meyyit mezâra konup, mezâr başındakiler dağılırken, onların ayak seslerini işitir) buyuruldu. Buhârîde ve Müslimde yazılı olan hadîs-i şerîfde, Bedrde öldürülen kâfirlerin, birkaç gün sonra, bir çukura konulması emr olundu. Bundan da birkaç gün sonra, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" çukurun başına gelip durdu. Çukurdakilere, ismlerini ve babalarının ismlerini birer birer söyliyerek, (Rabbinizin, size söz verdiğine kavuşdunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuşdum) buyurdu. Hazret-i Ömer "radıyallahü anh" bunu işitince, (Yâ Resûlallah! Leş olmuş kimselere mi söyliyorsun?) deyince, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", (Beni doğru Peygamber olarak gönderen Rabbimin hakkı için söyliyorum ki, siz beni onlardan dahâ çok işitmiyorsunuz. Fekat cevâb veremezler) buyurdu. Buhârînin ve Müslimin bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Meyyit, yakınlarının kendisine bağırarak ağlamasından azâb duyar) buyuruldu. İmâm-ı Nevevî, Müslim kitâbını açıklarken, bu hadîs-i şerîf için, (Meyyit, yakınlarının bağırarak ağlamasından azâb duyar ve onlara gücenir) dedi. Muhammed bin Cerîr Taberî de böyle söyledi. Kâdî Iyâd da, en iyi söz budur diyerek, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem", oğlu için yüksek sesle ağlıyan bir kadını susdurduğunu bildirdi. (Ey müslimânlar! Mezârdaki kardeşlerinize yüksek sesle ağlıyarak, onları incitmeyiniz!) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, meyyit, yakınlarının ağlamalarını işitmekdedir. Bununla incinmekde ve azâb duymakdadır. [Muhammed bin Cerîr 310 [m. 923] da Bağdâdda, Kâdî Iyâd Mâlikî 544 [m. 1150] de Merrâküşde vefât etdi "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în".]
Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki, (Mezârda olanlara selâm vereceğiniz zemân, esselâmü aleyküm deyiniz!) Bunun için, (Esselâmü aleyküm! Yâ ehle dâril-kavmil mü’minîn) denir. Böyle selâmın da, işiten ve anlıyan kimseye söyleneceği belli birşeydir. İşitmeselerdi, yokluğa ve taşa selâm vermek olurdu. Selef, ya’nî, islâmın büyük âlimleri, böyle selâm verileceğini, sözbirliği ile bildirdiler.
Üçüncü kısm: Meyyit, kendini ziyârete gelenleri tanır.   Ebû

Bekr Abdüllah bin Ebiddünyâ, (Kitâb-ül-kubûr)da diyor ki, hazret-i Âişenin "radıyallahü anhâ" haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, din kardeşinin kabrini ziyârete gider ve mezârı başında oturursa onu tanır ve selâmına cevâb verir) buyuruldu. Ebû Hüreyrenin "radıyallahü anh" bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, tanıdığının mezârı başına gidip selâm verince, meyyit onu tanır ve selâmına cevâb verir. Tanımadığı kimsenin kabrine gidip selâm verince, meyyit selâmına cevâb verir) buyuruldu. Yûsüf ibni Abdülberr ve (Ahkâm) kitâbının sâhibi olan Abdülhak, bu hadîs-i şerîf için sahîhdir dediler. İbni Kayyım-ı Cevziyye, bu hadîs-i şerîfi (Kitâbür-Rûh)da bildiriyor. Sonra çeşidli haberleri de yazıp, burada yazacak dahâ birçok haberler vardır diyor. Hadîs-i şerîflerde, ziyâret kelimesi kullanılmakdadır. Meyyit, kabre geleni tanımasaydı, ziyâret kelimesi kullanılmazdı. Her dilde ve her lügatda, ziyâret kelimesi, tanıyan ve anlıyan kimselerin buluşmasında kullanılır. (Selâmün aleyküm) de anlıyan kimseye söylenir. Bir kimse, kabre yakın bir yerde nemâz kılarsa, meyyitler bunu görür. Nemâz kıldığını anlar ve imrenirler. Yezîd bin Hârûn Sülemî diyor ki: İbni Sâseb, bir cenâzede bulundu. Bir mezâr yanında iki rek’at nemâz kıldı. Sonra kabre dayandı. Diyor ki, vallahi uyanıkdım. Kabrden bir ses işitdim. (Beni incitme! Siz ibâdet yaparsınız, fekat işitmezsiniz, bilmezsiniz. Biz ise biliriz. Fekat hareket edemeyiz. Bana göre, şu kıldığın iki rek’atden dahâ kıymetli birşey yokdur) dedi. Meyyit, İbni Sâsebin kabre dayandığını ve nemâz kıldığını anlamışdı. İbni Kayyım, bunu bildirdikden sonra, meyyitin işitdiğini gösteren, Eshâb-ı kirâmdan gelen çeşidli haberleri yazmışdır. Mezhebsizler, İbni Kayyım için müctehid diyorlar. Onu aşırı övüyorlar. Fekat, İbni Kayyımın bu yazılarına inanmıyorlar. İnananlara da müşrik diyorlar. Bu hâlleri, islâm âlimlerine kıymet verdiklerini değil, işlerine geldiği zemân övdüklerini, hiçbir âlimi beğenmediklerini göstermekdedir. [İbni Ebiddünyâ 261 [m. 894] de Bağdâdda, İbni Abdülberr 463 [m. 1071] de Şâtibede, Yezîd bin Hârûn Sülemî 206 [m. 821] da vefât etdi.]
Hazret-i Âişe "radıyallahü anhâ", Bedr gazâsında çukura konulan kâfirlerin işitmediğini söyledi. Bunun için, ba’zı kimseler, hiçbir mevtâ, hattâ mü’minler bile mezârda işitmez sandı. Ba’zı câhiller, şehîdlerin, hattâ Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" bile, işitmiyeceklerini söylediler. Meyyitin işitmesine inanmıyanlar aldandılar. Çünki Âişe "radıyallahü anhâ", yalnız o çukurdaki kâfirlerin işitmediğini söyledi. Mezârdaki kâfirlerin işitmelerini, Fâtır sûresinin yirmiikinci âyetinin, (Sen ölüye duyuramazsın. Sen mezârlarda olanlara işitdiremezsin!) meâl-i şerîfindeki  işit– 201 –

mek gibi olduğunu sandılar. Hâlbuki, böyle değildir. Büyük âlimler bildiriyor ki, âyet-i kerîmedeki işitdirememek, işitip kabûl etmek ve îmân etmek demekdir. Allahü teâlâ, bunun gibi âyet-i kerîmelerde, diri olan ve kulakları, gözleri ve beyinleri olan kâfirleri mezârdaki ölülere benzetmekdedir. Bu benzetiş, duymak ve anlamak bakımından değil, duygusuzluk ve anlayışsızlık, ya’nî kabûl etmemek ve inanmamak bakımındandır. Hastanın rûhu gargaraya gelince, ya’nî âhıretdeki yerini görmeğe başlayınca, îmâna gelmesi fâide vermez. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki, (Ezelde şakî olarak yazılmış olanları îmâna çağırman, onlara fâide vermez). Bunların îmâna çağrılması, mezârdakilerin îmân etmeleri gibi, kendilerine fâide vermez. Çünki kabrdekiler, görmeden inanmaları lâzım gelen şeyleri gördükden sonra îmân etmişlerdir. Böyle îmânları kabûl olmaz. Buradaki işitmek, kabûl etmek demekdir. Filân kadın şöyledir, hiç söz duymaz denir. Böyle söylemek, işitdiği hâlde kabûl etmez demekdir. Kâfirler için gelmiş olan iki âyet de böyledir. Onlar diridirler, gözleri ve kulakları vardır. Fekat Allahü teâlâ, onları şakî yapdığı için, kalblerini mühürlediği için, Peygamberine diyor ki: (Sen onlara duyuramazsın). Ya’nî, senin sözünle îmânı kabûl etmezler. Mezârda olanların îmânları kabûl olmadığı gibi, onlar da îmânı kabûl etmezler demekdir. Hadîs-i şerîflerde, ölülerin işitdikleri bildiriliyor. Bu işitmek kulakla olan işitmekdir. İki âyet-i kerîmede bildirilen işitdirememek ise, kabûl etdirememek demekdir. Aklı olan, iyi düşünebilen bir kimse, bu iki işitmeği birbirinden kolay ayırabilir. Allahü teâlâ, Neml sûresinin sekseninci âyetinde meâlen, (Sen ölüye işitdiremezsin) buyurdukdan sonra, (Sen ancak îmân edenlere işitdirebilirsin) buyurdu. Mü’minlerin işitdiğini bildirdi. İşitmek, kabûl etmek demek olduğu buradan da anlaşılmakdadır. Âyet-i kerîmede işitdiremezsin buyurulması, kulaklariyle duymazlar demekdir denirse, Allahü teâlâ, kabrdeki mü’minlerin işitdiklerini bildirmiş olur ki, bizim anlatmak istediğimiz de budur. Kabrdeki mü’minlerin işitdikleri, Kur’ân-ı kerîm ile açıkça bildirilince, buna kimse inanmamazlık yapamaz. Kur’ân-ı kerîmden sonra müslimânların en sağlam kaynağı olan hadîs-i şerîfe inanmıyanın da, buna inanması îcâb eder.
Hazret-i Âişe "radıyallahü anhâ", kabrdeki yalnız kâfirlerin işitmiyeceklerini söylemişdir. Çünki, yukarıda yazdığımız, Onun bildirmiş olduğu hadîs-i şerîfde, (Bir kimse mü’min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabr yanında oturursa ve selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevâb verir) buyuruldu. Onu tanıması ve selâm vermesi, meyyitin onu gördüğünü ve selâmını duyduğunu  göstermekdedir.  Âişe  "radıyallahü  anhâ"  kâfirlerin  işit– 202 –

mediğini haber verdi ise de, onların bildiklerini de haber vermekdedir. Kendisinin bildirdiği bir hadîs-i şerîfde, (Benim doğru söylemiş olduğumu, onlar şimdi bilirler) buyurulmakdadır. Âlimler buyuruyor ki, bilmek, işitmekle olur. Bunun için, ikisi arasında bir uygunsuzluk yokdur. İbni Teymiyye ve ibni Kayyım-ı Cevziyye ve ibni Receb ve Süyûtî ve dahâ birçok âlimler, böyle olduğunu bildirmişlerdir. Çünki ölmek, ba’zı câhillerin dedikleri gibi, yok olmak olsa idi, onun bütün duygularının yok olması lâzım gelirdi. Hazret-i Âişenin bildirdiği, Buhârîde yazılı olan hadîs-i şerîfde, meyyitin bildiği haber verildiği için, duygularının gitmediği anlaşılmakdadır. Diğer Sahâbîlerin haber verdikleri hadîs-i şerîflerde ölülerin işitdikleri bildirilmişdir. Hazret-i Âişenin, bu (işitmek) kelimesinin, kabûl etmek, îmân etmek demek olduğunu zan etmesi, âlimlerin söz birliğine uymamakdadır. Eshâb-ı kirâmın sözleri ile Onun sözünü ve Onun haberindeki sözlerini birleşdiren en doğru söz yine Onun haber verdiği ziyâret hadîs-i şerîfidir. [Abdürrahmân ibni Receb hanbelî 795 [m. 1393] de Şâmda vefât etdi "rahmetullahi aleyh".]
İbni Hümâm, (Hidâye şerhi) olan (Feth-ul-kadîr) kitâbında diyor ki, Hanefî mezhebinin âlimleri yemîn bilgilerini anlatırken diyorlar ki, (Meyyit işitmez. Bir kimse ile konuşmamak için yemîn eden bir kişi, onun ölüsü ile konuşsa, yemîni bozulmaz). (Hanefî âlimlerinin yemîn için olan sözleri örf ve âdete dayanmakdadır. Bu sözler, ölünün işitmediğini göstermez. Hanefî âlimleri, yemîn üzerinde bilgi verirken; bir kimse et yimemek için yemîn etse, sonra balık yise, yemîni bozulmaz. Hâlbuki, Allahü teâlâ balığa güzel et demişdir. Fekat âdetde balık eti, başkadır. Bunun gibi bir kimse, birisi ile konuşmamağa yemîn etse, öldükden sonra ona söylese, yemîni bozulmaz. Çünki, âdetde konuşmak demek, karşılıklı konuşmak demekdir. Meyyit işitir, fekat işitecek gibi konuşmadığı için âdete göre konuşulmuş olmaz. Bunun için, o kimsenin yemîni bozulmaz) denilmişdir. Meyyit işitmediği için, yemîni bozulmaz demek değildir. İbni Hümâm, hazret-i Âişenin (Bedr çukurundaki kâfirlere söylemesi ve diriler, onlardan dahâ çok işitici değildirler diye yemîn etmesi) hadîs-i şerîfine sahîh değildir dediğini bildiriyor. Âişe "radıyallahü anhâ", Allahü teâlâ, (Sen kabrde olanlara işitdirici değilsin. Sen ölüye duyuramazsın) buyurdukdan sonra, Resûlullahın öyle söylediği doğru olmaz demişdir diyor. Fekat bu hadîs-i şerîf sözbirliği ile bildirilmişdir. Hazret-i Âişenin buna inanmaması düşünülemez. Bu hadîs-i şerîf ile âyet-i kerîme arasında uygunsuzluk da yokdur. Âyet-i kerîmedeki ölü, kâfirleri bildirmekdedir. İşitdiremezsin demek de, fâideli olmaz demekdir.
– 203 –

İşitmezler demek değildir. Bekara sûresinin, (Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, anlamazlar) meâlindeki yüzyetmişbirinci âyet-i kerîmesi de böyledir. Ya’nî kulakları vardır. Gözleri vardır. Fekat îmâna ve doğru yola çağırmanı işitmedikleri ve görmedikleri için, Allahü teâlâ, onlara sağır gibi ve kör gibi buyurmuşdur. (Sen ölüye işitdiremezsin) âyet-i kerîmesi için, imâm-ı Beydâvî hazretleri, onlar doğru söze karşı kulaklarını tıkayanlar gibidir. Allahü teâlâ dilediğine işitdirerek hidâyete kavuşdurur diyor. Küfrde inâd edenleri Allahü teâlâ, ölülere benzetiyor. Bu âyet-i kerîme, Kasas sûresinin, (Sen sevdiğini îmâna getiremezsin. Fekat Allahü teâlâ, dilediğini îmâna kavuşdurur) meâlindeki ellialtıncı âyet-i kerîmesine benzemekdedir. İbni Hümâm, sözüne devâm ederek, ölülere duyurmak yalnız Resûlullah içindir demekdedir. Buna karşılık, bir şeyin Resûlullaha mahsûs olduğunu söyliyebilmek için delîl, sened lâzımdır deriz. Burada böyle bir sened yokdur. Hazret-i Ömerin süâli ve verilen cevâb da, husûsî olmadığını göstermekdedir. İbni Hümâm, Bedr çukurundaki kâfirlere söylemek, bir atasözünü tekrârlamak gibi olur diyor ise de, hazret-i Ömere verilen cevâb, böyle olmadığını göstermekdedir. İbn-ül-Hümâma göre, Müslim kitâbındaki, meyyitlerin cenâzede bulunanların dönüşlerindeki, ayaklarının seslerini işiteceklerini bildiren hadîs-i şerîf, meyyitin kabre konulduğu zemân, süâl ve cevâb için işitmesini göstermekdedir. Ondan sonra, artık hiç işitmiyeceğini bildirmekdedir. Çünki, âyet-i kerîmeden, meyyitin işitmediği anlaşılmakdadır. Allahü teâlâ, kâfirlerin işitmediğini bildirmek için, onları ölüye benzetmişdir diyor. Buna cevâb verilir ki, bu söz, kendi kendini çürütmekdedir. Çünki, meyyitin kabre konduğu zemân, işiteceğini söyliyenin, her zemân işiteceğine de inanması lâzımdır. Başka zemânlarda işitmez denilmemişdir. Kabre konulduğu zemân işiteceğini söylemenin de, âyet-i kerîmeye uygun olmaması lâzım gelir.
Kabrde bulunan meyyitlere selâm vermenin sünnet olduğunu, Ehl-i sünnet âlimleri söz birliği ile bildirmişdir. Büyük âlim İbni Melek (Mesâbîh) kitâbını şerh ederken (Kabrde bulunanlara selâm vermek) hadîsini açıkladıkdan sonra, (Bu hadîs-i şerîf, meyyitin işitmiyeceğini söyliyenlerin yanıldıklarını gösterdiği gibi, imâm-ı Ahmedin ve Ebû Dâvüdün (Sünen) kitâblarında ve Hâkimin (Müstedrek) kitâbında ve İbni Ebî Şeybenin (El-musannef) kitâbında ve Beyhekînin (Azâb-ül-kabr) kitâbında ve Tayâlisî ile Abdü ibni Hamîdin (Müsned) kitâblarında ve Hammâd ibni Sırrînin (Ez-zühd) kitâbında ve ibni Cerîr ve ibni Ebî Hâtemin ve başka âlimlerin sahîh yollarla bildirdikleri Berâ’ bin Âzibin "radıyallahü anh" bildirdiği, (Kabrdeki fitne ve süâl) hadîsinin sonunda,
– 204 –

(Mü’min olan meyyit için, kulum doğru söyledi sesi işitilir. Kabre Cennetden yaygı serilir. Cennet elbiseleri giydirilir. Meyyit için Cennetden bir kapı açılır. Kabre Cennet kokuları yayılır. Görebildiği yerlere kadar yayılır. Güzel yüzlü, güzel elbiseli, güzel kokular saçan birisi gelir. Buna, sen kimsin? Senin o hayrlı yüzün nedir der. Ben, senin sâlih amelinim der. Bunu işitince, Yâ Rabbî! Kıyâmet çabuk kopsa! Yâ Rabbî, kıyâmet çabuk kopsa da, çoluk çocuğuma ve mallarıma kavuşsam der) buyurulmuşdur. Kâfir olan meyyit için, bunların tersi, sıkıntılar olur. Bu hadîs-i şerîf, meyyitin işitdiğini ve gördüğünü ve konuşduğunu ve koku aldığını ve anlayışı olduğunu ve düşündüğünü ve cevâb verdiğini göstermekdedir. Bu işlerin hepsi, kabr süâlinden sonra olmakdadır. Böyle olduğunu, âlimler sözbirliği ile söylemişlerdir. İmâm-ı Süyûtî gibi hadîs imâmları, bu hadîsin (Mütevâtir), ya’nî en doğru hadîslerden olduğunu bildirmişlerdir. Bu hadîs-i şerîf, ölülere selâm vermenin, dirilere selâm vermek gibi olduğunu ve onların da işitdiklerini göstermekdedir) demekdedir.
[İmâm-ı Ahmed 241 [m. 855] de Bağdâdda, Ebû Dâvüd Süleymân Sicstânî hanbelî 275 [m. 888] de Basrada, Hâkim Muhammed Nişâpûrî 405 [m. 1014] de Nişâpûrda, Abdüllah ibni Ebî Şeybe 235 [m. 850] de, Ebû Bekr Ahmed Beyhekî 458 [m. 1066] de Nişâpûrda, Ebû Dâvüd Süleymân Tayâlisî Basrî 204 [m. 818[ de, Ebû Muhammed Abdü ibni Hamîd Keşî 249 [m. 863] da, Hammâd ibni Sırrî Dârimî 243 [m. 857] de Kûfede, Muhammed bin Cerîr Taberî 310 [m. 923] da Bağdâdda, Ebû Bekr Muhammed ibni Ebî Hâtem Nişâpûrî 320 [m. 932] de, Abdüllatîf ibni Melek 801 [m. 1399] de İzmirde Tirede vefât etmişlerdir "rahmetullahi aleyhim ecma’în"].
(Fetâvâ-yı Hindiyye) kitâbında, (Kabr ziyâretinin yasak olmadığını imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe bildirmişdir. [Vehhâbî kitâbı da, kabr ziyâretinin câiz olduğunu yazmakdadır.] İmâm-ı Muhammedin sözünden, kabr ziyâretinin, kadınlar için de câiz olduğu anlaşılmakdadır) diyor. (Tehzîb) kitâbında, (Kabr ziyâreti müstehabdır. Meyyiti ziyâret etmek, yakın ve uzaklığına göre onu diri iken ziyâret etmek gibidir) diyor. Hüseyn Sem’ânînin (Hazânetül-müftîn) kitâbında da böyle yazılıdır. Kabrleri ziyâret ederken, ayakkabılar çıkarılır. Meyyitin yüzüne karşı, kıbleye arka vererek durulur. (Esselâmü aleyküm yâ ehlel-kubûr!Allahü teâlâ sizi ve bizi mağfiret eylesin! Siz bizim öncülerimizsiniz. Biz de sizin eserleriniziz!) denir. (Garâib) kitâbında da böyle yazılıdır. Kabristânda, yüksek sesle veyâ yavaşça, (Sûre-i mülk) okunabilir. Diğer sûrelerin de okunacağı, (Zahîre) kitâbında, (kabrlerin yanında Kur’ân-ı kerîm okumanın fazîleti) anlatılırken bildirilmekdedir. Kâdîhân Hasenin[1] (Hâniyye) fetvâlarında yazılı olduğu gibi, meyyitin Kur’ân-ı kerîm sesini duyarak râhatlamasını niyyet eden kimse, yüksek sesle okur. Böyle niyyet etmiyen kimse, yavaş okur. Çünki, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi nasıl okunursa okunsun işitir. (Bezzâziyye)de diyor ki, kabristândaki yeşil otları koparmak mekrûhdur. Çünki, bu otlar, tesbîh eder. Bu tesbîhler, meyyitin azâbdan kurtulmasına yarar. Meyyit bu tesbîhlerle râhat eder. Şernblâlînin (İmdâd-ül-fitâh) kitâbında ve Hanefî âlimlerinden başkalarının kitâblarında da böyle olduğu yazılıdır. Fetvâ vermek derecesine yükselmiş olan böyle büyük âlimlerin bildirdiklerine göre, meyyit dirilerin işitemediği, yeşil otların tesbîhi gibi sesleri işitince, kendisine seslenen insanın sesini işitmez olur mu? İşitmez diyenler, belki dünyâda kulakla işitildiği gibi işitmezler demek istemişlerdir. Böyle olunca, fıkh kitâblarında yemîn bahsinde yemîni anlatırken söylediklerinin araları bulunmuş olur. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" hadîs-i şerîfine de inanılmış olur. Âlimler arasında sözbirliği hâsıl olur. Mezhebin reîsi olan imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe "rahmetullahi aleyh" buna inanmadığını bildirdi denilirse, bu yüce imâm da, öteki mezheb imâmları gibi, (Sahîh hadîsler benim mezhebimdir) buyurmuşdur. Hattâ, Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" pek fazla uyduğu için, (Mürsel), hattâ (Za’îf) olan hadîs-i şerîfleri bile mezhebine sened olarak almışdır. Böyle bir imâmın, sahîh hadîslere uymıyacağı düşünülebilir mi? Buradan da anlaşılıyor ki, meyyitin işitmiyeceğini söyliyen birkaç âlim, dünyâda işitildiği gibi işitmez demek istemişlerdir. Çünki, sahîh hadîsi bırakıp da, başkasının sözüne uymak hiç bir âlim için câiz olmaz.
Resûlullah efendimizin ve iki kabr arkadaşı olan Ebû Bekr ve Ömer "radıyallahü teâlâ anhümâ"nın mubârek mezârlarını ziyâret etmenin ve onlara selâm vermenin ve kendilerinden şefâ’at istemenin sünnet olduğunu, hanefî mezhebinin âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" ve iki arkadaşının işitdiklerine inanmamış olsalardı, bu sözleri birbirini tutmazdı. Hattâ, (Her kabri ziyâret etmek sünnetdir) sözlerine uymazdı. Bunların yemîn üzerindeki sözlerinin, dünyâda dirilerin işitmesi için olduğu söylenince, sözlerinin arasında uygunsuzluk hiç kalmamakdadır.


[1] Kâdîhân Fergânî 592 [m. 1196] de vefât etdi.

FÂİDE: Ahmed ibni Teymiyye,[1] (Kitâb-ül-intisâr-fil-imâm-ı Ahmed) kitâbında diyor ki, (Bedr)de çukura doldurulan kâfirlerin işitmelerine, hazret-i Âişenin inanmaması, onun için suç olmaz. Çünki O, hadîs-i şerîfi işitmemişdir. Fekat başkalarının inanmaması suç olur. Çünki, bu hadîs-i şerîf her tarafa yayıldı. Zarûrî inanılması lâzım gelen bilgilerden oldu. İbni Teymiyyenin bu sözü, Bedr çukurundaki kâfirlerin işitdiklerine inanmıyanların kâfir olacağını göstermekdedir. Çünki, dinde inanılması zarûrî olan birşeye inanmıyanın kâfir olacağı mezheb kitâblarının hepsinde yazılıdır. Meyyitin işitmiyeceğini söyliyen birkaç âlim ve meselâ Âişe "radıyallahü anhâ", kabrdeki kâfirlerin işitmiyeceklerini söylemişlerdir. Fekat, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" ve ümmeti içinde şehîd olanların, Velî olanların, kabrlerinde işiteceklerine inanmıyan hiçbir âlim yokdur. Hazret-i Âişe de, başkaları da, buna inanmışlardır. Zemânımızda türemekde olan mezhebsizlerin ve bunlara aldanan ba’zı câhillerin, meyyit işitmez demelerinin, hattâ Resûlullahı da buna katmalarının kötülüğü, çirkinliği, buradan anlaşılmakdadır. Bu câhillerin, bu sapıkların cezâlarını, kahhâr olan Allahü teâlâ elbette verecekdir. İbni Teymiyye, ölülerin diriltilmesi üzerindeki fetvâlarında diyor ki, ölüler, kendilerini ziyâret edenleri bilirler mi? Tanıdıklarından veyâ tanımadıklarından biri kabre geldiği zemân, bunun geldiğini anlarlar mı? Cevâbında, (Evet bilirler ve anlarlar) diyor. Ölülerin buluşduklarını ve soruşduklarını ve dirilerin yapdığı işlerin onlara gösterildiğini bildiren haberleri yazıyor. Hazret-i Hâlid ibni Zeyd Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin haber verdiği hadîs-i şerîfi Abdüllah ibni Mubârek nakl etmekdedir. Bu hadîs-i şerîfde, (Bir mü’min vefât ederken, bir rahmet meleği, bunun rûhunu alır. Meyyitler, dünyâda müjde istiyenlerin toplandığı gibi, bunun etrâfına toplanırlar. Ona sormağa başlarlar. İçlerinden birkaçı da, kardeşinizi bırakınız dinlensin! Çok sıkıntılı yerden geliyor derler. Etrâfına üşüşürler. Dünyâdaki tanıdıklarını sorarlar. Filân adam ne yapıyor? Filânca kadın evlendi mi? derler) buyurulduğunu bildiriyor. [Hâlid bin Zeyd "radıyallahü anh" 49 [m. 670] senesinde, Süfyân bin Avf emrindeki asker ile İstanbulu muhâsara ederken dizanteri hastalığından vefât etdi. İstanbulda (Eyyûb) denilen yerdeki türbesi çok muhteşem olup, ziyâretciler, mubârek rûhu ile tevessül etmekdedirler.]
Allahü teâlâ, şehîdlerin diri olduğunu ve rızklandırıldıklarını bildirdi. Bir hadîs-i şerîfde, şehîd rûhlarının Cennete girdikleri haber veriliyor. Âlimlerden birkaçı, bu ni’metlerin, yalnız şehîdler için olduğunu, sıddîkların böyle olmadıklarını söyliyorlar ise de, imâmlarımızın ve Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunun söylediği doğrudur. Bunlar, diri olmak ve rızklandırılmak ve rûhların Cennete girmesi, yalnız şehîdler için değildir dediler. Âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden böyle anlaşılmakdadır buyurdular. Bunların yalnız şehîdler için bildirilmesi, şehîdlerin ölüp yok oldukları sanılarak, cihâddan korkulmasını önlemek içindir. Cihâda gitmeğe ve şehîd olmağa mâni’ olan şübheyi gidermek içindir. İsrâ sûresinin (Fakîrlik korkusu ile evlâdlarınızı öldürmeyiniz!) meâlindeki otuzbirinci âyeti de, bunun gibidir. Fakîrlik korkusu olmadan da öldürmek câiz olmadığı hâlde, fakîrlik korkusu ile öldürenler çok olduğu için, âyet-i kerîme, vak’alara göre gönderilmişdir. Abdülvehhâb oğlu Muhammed bu âyet-i kerîmeyi ileri sürerek, kabr ziyâretini yasaklamakdadır.
Buraya kadar, Ahmed ibni Teymiyye-i Harrânînin kitâbındaki vesîkaları bildirdik. Vehhâbîler, ibni Teymiyyenin yolunda olduklarını söyliyorlar. Onun büyük âlim olduğunu bildiriyorlar. Kendisine Şeyh-ul-islâm diyorlar. Hâlbuki, onun kitâblarını ve fikrlerini kabûl etmiyorlar. O, bütün meyyitlerin, şehîdler gibi diri olduklarını ve şehîdler gibi rızklandırıldıklarını bildiriyor. Onun sözüne uymıyan ve onun sözüne uyanlara kâfir ve müşrik damgası basanların, onun yolunda olduklarına hiç inanılır mı? Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", işitmez ve ziyârete gelenleri, kendisine yalvaranları görmez, bilmez ve tanımaz diyen ahmaklar, ibni Teymiyyenin ve hiçbir kimsenin yolunda değildirler. Kendi nefsleri, keyfleri arkasındadırlar. Allahü teâlâ, bunlara akl versin ve doğru yolu göstersin. Âmîn!
Meyyitlerin, dirileri gördüklerini bildiren vesîkalardan biri, Buhârîdeki, (Her meyyite, her sabâh ve her akşam âhıretdeki yeri gösterilir. Cennetlik olana, Cennetdeki yeri, Cehennemlik olana, Cehennemdeki yeri gösterilir) hadîs-i şerîfidir. Gösterilir sözü, gördüklerini bildirmekdedir. Allahü teâlâ, (Fir’avn)ın adamları için, (Onlara sabâh akşam ateş gösterilir) buyurdu. Meyyit görmeseydi, gösterilir demek fâidesiz olurdu. Ebû Nu’aym, Amr bin Dînârdan alarak bildiriyor ki, (Bir kimse ölünce, rûhunu bir melek tutar. Rûh, bedenin yıkanmasına, kefenlenmesine bakar. Kendisine, insanlar, seni nasıl övüyorlar işit, denir). Abdüllah ibni Ebiddünyânın[1]  Amr  bin  Dînârdan  alarak  bildirdiği  hadîs-i    şerîfde,

(Bir kimse, öldükden sonra çoluk çocuğunun başına gelenleri bilir. Kendisini yıkayanlara ve kefenliyenlere bakar) buyuruldu. (Buhârî)deki sahîh hadîsde, (Münker ve Nekîr melekleri, süâl ve cevâbdan sonra meyyite, Cehennemdeki yerine bak! Allahü teâlâ, değişdirerek, sana Cennetdeki yeri ihsân eyledi derler. Bakar. İkisini birlikde görür) buyuruldu.
İbni Ebiddünyâ ve Beyhekî (Şu’ab-ül-îmân) kitâbında, Ebû Hüreyreden "radıyallahü teâlâ anhüm" bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Bir kimse tanıdığı kabr yanına gelip selâm verirse, meyyit de onu tanır ve selâm verir. Tanımadığı kabrin başına gelip selâm verirse, selâmına cevâb verir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfden anlaşılıyor ki, meyyit kendini ziyâret edeni, kabri başına geleni görmekdedir. Görmeseydi, dünyâda tanımamış olduğunu tanımaması bildirilmezdi. Birincisini tanıyarak cevâbı veriyor. İkincisinin selâmına, tanımayarak cevâb  veriyor.
İmâm-ı Ahmed ve Hâkim, hazret-i Âişeden "radıyallahü teâlâ anhâ" haber veriyorlar ki, (Odama girer, elbisemi çıkarırdım. Çünki, kabrlerde babam ve zevcim vardı. Hazret-i Ömer "radıyallahü teâlâ anh" de defn edildikden sonra, odama girince, elbiselerimi çıkarmaz oldum. Çünki, o yabancı idi. Ondan hayâ ederdim). (Erbe’în-üt-tâiyye) kitâbında bildirilen hadîs-i şerîfde, (Bir meyyit, dünyâda sevdiği kimse, kendisini ziyârete geldiği zemân sevinir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, meyyitin, ziyârete geleni gördüğünü bildiriyor. Görmeseydi, tanımaz ve sevinmezdi. (Sahîh-i Müslim)de, Amr ibni Âsdan "radıyallahü anh"[1] haber veriliyor: Öleceği zemân buyurdu ki, (Beni defn edince, üzerime toprak atınız! Sonra bir hayvan kesilerek etleri parçalanacak zemân kadar, kabrimin başında bekleyiniz. Sizinle kabrime alışayım ve sizi göreyim. Böylece Rabbimin gönderdiği süâl meleklerine râhat cevâb vereyim). Kabrdeki meyyitlerin duyduklarını ve gördüklerini bildiren böyle sağlam haberler çokdur. Lüzûmu kadar bildirdik. Uzatmağa hâcet olmasa gerekdir. Dirilerin yapdığı işlerin ölülere gösterildiğini yukarıda bildirmişdik. Onlarda görmek olmasaydı, işlerin onlara gösterilmesi doğru olmazdı. Çünki, işlerin gösterilmesi demek, iki omuzda bulunan (Kirâmen kâtibîn) meleklerinin yazdığı şeylerin gösterilmesi olduğu anlaşılmakdadır. Bu da mevtâların gördüğünü bildirmekdedir. Bunun için, biz de, ölülerin görmesini anlatdıkdan sonra, dirilerin işlerinin onlara gösterilmesini bildiren hadîs-i şerîfleri yazmağı uygun bulduk.


[1]  Amr ibni Âs 43 [m. 663] de Mısrda vefât etdi.

Bu bilgileri, câhiller anlamıyor. Çünki, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" sünnet-i seniyyesini ve bu konudaki hadîs-i şerîfleri işitmemişlerdir. Kendilerini âlim sanan bu adamlar, o kadar câhil ve o kadar ahmakdırlar ki, kabrde olan Peygamberler "salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în" ve Velîler "rahime-hümullahü teâlâ" kabr başına gelip, kendilerinden şefâ’at istiyenleri ve yalvaranları nasıl bilirler diyorlar? Bunlara deriz ki, o büyüklere dünyâda iken birçok şeyler bildiriliyor. Öldükden sonra da, niçin bildirilmesin? Yâhud deriz ki, Allahü teâlâ, âdet-i ilâhiyyesinin dışında olarak, bunlara ikrâm ve ihsân ederek, işitiyorlar ve biliyorlar. Dirilerin işlerinin ölülere gösterildiği, hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. Buna inanmıyanlara karşı, vesîka olan hadîs-i şerîfleri yukarıda bildirdik. Bu hadîs-i şerîfleri okuyup anlamıyan biri, ölü yalnız dünyâda iken tanımış olduğu kimseleri görüp işitir derse, ona deriz ki, hadîs-i şerîfler, tanıdık ve tanımadık diye ayırmıyor. Fekat bunlar, inâd ediyorlar. Ölüp de, başlarına gelinceye kadar inanmazlar.
Ümmetin amellerinin Resûlullaha gösterildiğini bildiren pekçok hadîs-i şerîf vardır: Bezzâzın sahîh kimselerden alarak, Abdüllah ibni Mes’ûd hazretlerinden haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Hayâtım, sizin için hayrlıdır. Bana anlatırsınız. Ben de size anlatırım. Öldükden sonra, vefâtım da, sizin için hayrlı olur. Amelleriniz bana gösterilir. İyi işlerinizi gördüğüm zemân, Allahü teâlâya hamd ederim. Kötü işlerinizi gördüğüm zemân, sizin için afv ve mağfiret dilerim) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, Resûlullahdan işitdim denilerek bildirildi. Başka sağlam kimseler, bunu (Mürsel) olarak da bildirmişlerdir. Amellerin, işlerin, tanıdıklara gösterildiğini bildiren hadîs-i şerîfe gelince, imâm-ı Ahmed ve Hakîm-i Tirmüzî (Nevâdir-ül-usûl) kitâbında ve Muhammed bin İshak ibni Mende[1] adındaki meşhûr hadîs âlimlerinin bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Yapdığınız işler, kabrde olan yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza bildirilir. İyi işlerinizi görünce sevinirler. Böyle olmıyan işleriniz için, yâ Rabbî! Bizi doğru yola kavuşdurduğun gibi, bu kardeşimizi de kavuşdur. Ondan sonra rûhunu al! derler) buyuruldu. Büyük hadîs âlimi Süleymân Ebû Dâvüd Tayâlisî[2] (Müsned) kitâbında, Câbir bin Abdüllahdan gelen hadîs-i şerîfi şöyle bildiriyor: (Yapdığınız işler, mezârdaki yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza gösterilir. İşleriniz iyi ise, sevinirler. İyi değil ise, yâ Rabbî! Bunla[1] İbni Mende 395 [m. 1005] de vefât etdi.
[2] Ebû Dâvüd 204 [m. 819] da vefât etdi.

ra iyi işler yapmaları için kalblerine ilhâm eyle derler). İbni ebî Şeybe (Musannef) kitâbında ve Hakîm-i Tirmüzî ve ibni Ebiddünyâ, İbrâhîm bin Meysereden haber veriyorlar ki, Ebû Eyyûb-elEnsârî, İstanbula gazâ etmeğe gitdi. Birinin yanından geçerken, (Bir kimsenin öğle vakti yapdığı işler, akşam olunca mezârdakilere gösterilir. Akşam yapdığı işleri, sabâh olunca, mezârdakilere gösterilir) dediğini işitdi. Ebû Eyyûb hazretleri, böyle ne söylüyorsun dedikde, vallâhi bunu sizin için söylüyorum, dedi. Ebû Eyyûb, yâ Rabbî, sana sığınırım. (Ubâdet-ebn-i Sâmitin ve Sa’d bin Ubâdenin yanında, onlar öldükden sonra, yapdıklarımdan dolayı, yüzümü kara etme) dedi. O kimse cevâbında, Allahü teâlâ kullarının kusûrlarını örter, amellerinin iyisini gösterir buyurdu. Hakîm-i Tirmüzînin (Nevâdir) kitâbında bildirdiği hadîs-i şerîfde, (İnsanların yapdıkları işler, Pazartesi ve Perşembe günleri, Allahü teâlâya arz olunur. Peygamberlere, Evliyâya ve ana-babaya Cum’a günleri gösterilir. İyi işleri görünce sevinirler. Yüzlerinin parlaklığı artar. Allahdan korkunuz! Ölülerinizi incitmeyiniz!) buyuruldu. İnsanların yapdığı işler, mezârdaki tanımadıkları ölülere de bildirilir. Abdüllah ibni Mubârek ve ibni Ebiddünyânın, Ebû Eyyûb-el-Ensârîden "radıyallahü teâlâ anh" bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Yapdığınız işler, ölülere bildirilir. İyi işlerinizi görünce sevinirler. Kötü işlerinizi görünce üzülürler) buyuruldu. Hakîm-i Tirmüzînin ve İbni Ebiddünyânın ve Beyhekînin (Şu’ab-ül-îmân) kitâbında Nu’mân bin Beşîrden bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Mezârdaki kardeşleriniz için Allahü teâlâdan korkunuz! Yapdığınız işler, onlara gösterilir) buyuruldu. Bu iki hadîs-i şerîf, bütün ölüler içindir. Ebüd-derdâ "radıyallahü teâlâ anh" buyuruyor ki, yapdığınız işler, ölülerinize gösterilir. Bununla sevinirler veyâ üzülürler. İbn-ülKayyım-i Cevziyye (Kitâbür-rûh) kitâbında, İbni Ebiddünyâdan, o da Sadaka bin Süleymân Ca’ferîden bildiriyor ki, bir kötü huyum vardı. Babamın ölümünden sonra, pişmân oldum. Bu taşkınlıklarımdan vaz geçdim. Bir aralık bir kabâhat yapdım. Babamı rü’yâda gördüm. Ey oğlum! Senin güzel işlerinle kabrimde râhat ediyordum. Yapdığın işler bize gösteriliyor. İşlerin sâlihlerin amellerine benziyor. Fekat, son yapdığından dolayı çok üzüldüm, utandım. Yanımdaki mevtâlar arasında beni utandırma, dedi. Bu haber, yabancı mevtâların da, dünyâdaki işleri anladıklarını gösteriyor. Çünki, çocuğun işleri babasına gösterildiği zemân, babası oğluna, beni yanımdaki ölülere utandırma demekdedir. Yabancı ölüler, çocuğun işlerinin babasına gösterildiğini anlamasalardı, babası rü’yâda böyle söylemezdi. Hazret-i Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-elEnsârînin "radıyallahü teâlâ anh" bildirdiği hadîs-i şerîfde de, tanıdığı bütün ölülere dünyâdaki işlerin gösterildiğini, yukarıda bildirmişdik.
Dördüncü kısm: Meyyitlerin birbirini ziyâret etmeleri ve buluşmaları da, sahîh haberlerle bildirilmişdir. Hâris bin Ebî Üsâme ve Ubeydullah bin Sa’îd Vâyilî (İbâne) kitâbında ve Ukaylî, Câbir bin Abdüllahdan haber verdikleri hadîs-i şerîfde, (Ölülerinizin kefenini güzel yapınız! Onlar, kabrlerinde birbirlerini ziyâret ederler ve övünürler) buyuruldu. (Müslim) sahîhindeki hadîs-i şerîfde, (Kardeşinin cenâze işini görenleriniz, kefenini güzel yapsın!) buyuruldu. Çünki, meyyitler birbirini ziyâret ederler ve övünürler. Ebû Hüreyrenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ölülerinizin kefenlerini güzel yapınız! Çünki, birbirlerini kefenleri içinde olarak ziyâret ederler) buyuruldu. Tirmüzî ve İbni Mâce ve Muhammed bin Yahyâ Hemedânî (Sahîh) kitâbında ve İbni Ebiddünyâ ve Beyhekî (Şu’ab-ül-îmân) kitâbında, Ebû Katâdeden bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Biriniz din kardeşinin cenâze işlerini görürse, kefenini güzel yapsın! Çünki onlar, kabrleri içinde birbirlerini ziyâret ederler) buyuruldu.
[Hâris bin Ebî Üsâme Bağdâdî 282 [m. 895] de, Ubeydüllah Vâyilî 440 [m. 1048] de, Muhammed bin Ömer Hicâzî Ukaylî 322 [m. 934] de, Muhammed Tirmizî 320 [m. 932] de Bag şehrinde, Muhammed ibni Mâce 273 [m. 886] de Kazvinde, Muhammed Hemedânî Mısrî Şâfi’î 347 [m. 959] de, Abdüllah ibni Ebiddünyâ 281 [m. 894] de Bağdâdda, Ahmed Ebû Bekr Beyhekî 458 [m. 1066] de Nişâpûrun Beyhek köyünde vefât etmişdir "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în"].
İbni Teymiyye fetvâlarının çeşidli yerlerinde diyor ki, (kabrlerin bulunduğu şehrler, dünyâda birbirlerine yakın olsa da, uzak olsa da, mevtâlar birbirlerini ziyâret ederler. Uzak şehrlerde bulunan mevtâların rûhları, birbirleri ile buluşurlar.) Hanefî mezhebinin âlimleri, fıkh kitâblarında kefenin güzel olması sünnetdir. Çünki, mevtâlar, birbirlerine övünürler ve birbirlerini ziyâret ederler, yazılıdır. Hattâ, bütün mezheblerin âlimleri, fıkh kitâblarında, bunun böyle olduğunu bildirmekdedirler. Böyle olduğunu bildiren haberler ve insanı hayrete düşüren vak’alar çok bildirilmişdir. Okumak arzû edenler, hadîs âlimi imâm-ı Süyûtî hazretlerinin (Şerh-us-sudûr) kitâbına mürâce’at buyursun. [Mezhebsizler, hadîs âlimlerine güvendiklerini söylüyorlar. Hadîs kitâblarından, sened, vesîka olarak çok hadîsler yazıyorlar. En büyük islâm âlimi İbni Teymiyyedir diyorlar. Bu hadîs kitâblarında, ölülerin, bizim bilmediğimiz ve anlamadığımız bir görmekle ve işitmekle duyduk– 212 –

larını okuyorlar da, bunlara inanmıyorlar. Resûlullah efendimizin ve Evliyânın işitdiklerine inananlara kâfir diyorlar. Müşrik diyorlar. Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" mubârek türbesi önünde, (Şefâ’at yâ Resûlallah) diyen hâcıları müşrik biliyorlar. Bundan dolayı yüzbinlerce hâcının (Minâ)da kesdikleri yüzbinlerce kurbana necsdir, leşdir diyerek, bu kurban etlerini yimiyorlar. Toprakla örtüp üzerlerinden buldozer geçiriyorlar. Müşriklerin kesdikleri yinmez ve satılmaz diyorlar.]
Beşinci kısm: Ölüler, dünyâda diri olanların yapdıkları işleri, kendilerine gösterilmeksizin de bilmekdedirler. Mezhebsizlerin, allâme dedikleri, çok büyük bildikleri İbn-ül-Kayyım-ı Cevziyye (Kitâb-ür-rûh) kitâbında, şöyle yazmakdadır:
FASL: Hâfız, ya’nî hadîs âlimi, Ebû Muhammed Abdüllah Eşbîlî "rahime-hullahü teâlâ" burada uzun şeyler bildirmekdedir. Ölüler dirilerin işlerinden haber sorarlar. Dirilerin sözlerini ve işlerini anlarlar. Kitâbında, bir sahîfe sonra, Amr bin Dînâr diyor ki, (İnsan ölünce, geride bırakdıklarındaki olan bitenleri bilir. Kendisini yıkadıklarını ve kefenlediklerini görür. Onlara bakar). İbni Kayyım-ı Cevziyye, kitâbında, bir sahîfe dahâ sonra, diyor ki, Sa’b bin Cüsâme ile Avf bin Mâlik, birbiri ile âhıret kardeşi oldular. Hangimiz önce ölürsek, rü’yâda görünelim dediler. Sa’b önce öldü. Avfa rü’yâsında göründü. Avf sordu: Allahü teâlâ sana ne yapdı? Afv eyledi dedi. Konuşmalarının sonunda, kardeşim: Ben öldükden sonra, bana yakın olanların yapdığı herşey bana bildiriliyor. Hattâ kedimizin, şu kadar gün önce öldüğünü haber aldım. Kızım, altı güne kadar ölecekdir. Ona vasî ol, dedi. Rü’yâda söylediği gibi oldu. Kitâbında bundan sonra, Sâbit bin Kaysın, Hâlid bin Velîdin "radıyallahü teâlâ anh" askeri arasında bulunan birisine rü’yâsında göründüğünü bildiriyor. Hâlid bin Velîde git, ona söyle ki, şehîd olduğum zemân, islâm askerinden birisi yanıma geldi. Sırtımdan çelik gömleğimi çıkarıp çadırına götürdü. Çadırı, en sondadır. Çadırı yanında uzun yuları olan bir at otlamakdadır. Gömleğimi ondan alsın, dedi. Bu kimse, Hâlide bunları bildirdi. Gitdiler. Gömleği çadırda buldular.
Altıncı kısm: Dirilerin yapdıkları işleri haber alınca, ölülerin incindikleri, İmâm-ı Süyûtînin (Şerh-us-sudûr) kitâbında, Deylemînin Âişe vâlidemizden "radıyallahü anhâ" bildirdiği hadîs-i şerîfi yazıyor. Burada, (İnsan, evinde iken nelerden incinirse, kabrinde de onlardan incinir) buyuruldu. İmâm-ı Kurtubî (Tezkire) kitâbında diyor ki, dünyâda olanların yapdıkları şeyleri Allahü teâlâ bir melek ile yâhud alâmet ile, işâretle veyâ başka bir yoldan,
– 213 –

ölülere bildirir. İbnül-Kayyım-ı Cevziyye (Kitâb-ür-rûh) kitâbında diyor ki, (Dirilerin rûhları ile ölülerin rûhlarının buluşduklarını bildirenlerden biri de şudur: Diri, ölüyü, rü’yâda görerek, ondan birşeyler soruyor. Meyyit dirinin bilmediklerini ona haber veriyor. Verdiği, olmuş veyâ olacak haberler doğru çıkıyor. Çok def’a, diri iken gömmüş olduğu ve kimseye bildirmediği malın yerini haber veriyor. Alacağı olduğunu ve şâhidlerini bildirmesi de çok görülmüşdür. Kimsenin bilmediği, kendinin gizli yapdığı bir işi haber vermesi ve bildirdiği gibi çıkması çok görülmüşdür. Çok şaşılacak birşey de, şu zemânda öleceksin dediği kimsenin, o zemânda öldüğü görülmüşdür. Bir dirinin gizlice yapdığı bir işin, bir ölü tarafından başka bir diriye bildirilmesi de çok görülmüşdür. Sa’b ve Sâbit öldükden sonra rü’yâda dirilerle konuşmuşlardır. Bunları yukarıda bildirmişdik). İmâm-ı Süyûtî, (Şerh-us-sudûr) kitâbında, Muhammed bin Sîrînden "radıyallahü anh" bildiriyor ki, meyyitin bildirdiği şeyler, hep doğrudur. Çünki meyyit, hiç yalan ve yanlışlık olmıyan bir âlemdedir. O âlemde olanlar, hep doğru söyler. Gördüklerimiz ve anladıklarımız, bu sözümüzü kuvvetlendirmekdedir. İbnül-Kayyım ve başkaları da böyle söylediler. Rûh, latîf olduğu için, duygu organları ile anlaşılmıyan şeyleri anlamakdadır. Hâkim ve Beyhekî (Delâil) kitâbında, Süleymândan haber veriyorlar ki, Ümm-i Seleme hazretlerinin yanına girdim. Ağlıyordu. Niçin ağladığını sordum. Resûlullahı "sallallahü aleyhi ve sellem" rü’yâda gördüm. Ağlıyordu. Mubârek başında ve mubârek sakallarında toprak vardı. Mubârek yüzünüz niye böyle diye sordum. Oğlum Hüseynin şehîd edildiğini gördüm buyurdu. Bunu, Hatîb-i Tebrîzi (Mişkât-ül-mesâbîh) kitâbında da yazmakdadır. İbni Ebiddünyâ "rahmetullahi aleyh", Benî Esed kabîlesinden bir mezârcıdan bildiriyor. Mezârcı diyor ki, bir gece kabristânda idim. Bir kabrden şöyle ses geldi: Ey Abdüllah dedi. Ne istiyorsun yâ Câbir, cevâbı verildi. Yarın bizim yanımıza annemiz gelecek dedi. Onun bize fâidesi olmaz. Bize düâ olunmaz. Babam ona kızmışdı. Düâ etmemek için yemîn etmişdi, cevâbı verildi. Sabâh olunca, bir kimse geldi. Bu iki kabr arasına bir mezâr kazmamı söyledi. Gece ses işitmiş olduğum iki kabri gösterdi. Bu kabrdekilerin ismi nedir dedim. Bunun ismi Câbirdir. Şunun ismi Abdüllahdır diyerek gösterdi. Gece işitdiklerimi, ona söyledim. Evet, onun için düâ etmemeğe yemîn etmişdim. Şimdi yemînimi bozup düâ edeceğim ve keffâret vereceğim, dedi.
[Abdüllah Eşbîlî mâlikî 497 [m. 1104] de, Sa’b bin Cüsâme, Ebû Süfyânın hemşîresi Zeyneb binti Harbin oğlu olup, hazret-i Ebû Bekrin hilâfeti zemânında vefât etdi. Ebû Şücâ Şehrdâr Deylemî 558 [m. 1164] de, Hâkim Muhammed Nişâpûrî 405 [m. 1014] de, Süleymân bin Yesâr, Meymûne "radıyallahü anhâ"nın azâdlısı idi. 107 [m. 726] de, Veliyyüddîn Muhammed Hatîb-i Tebrîzî şâfi’î 749 [m. 1347] da, Ahmed ibni Hacer-i Askalânî 852 [m. 1448] de Mısrda, Hâfız Yûsüf ibnü Abdilberr mâlikî 463 [m. 1071] de Endülüsde, Şâtibede vefât etdi "rahmetullahi aleyhim   ecma’în"].
Yedinci kısm: Ölülerin iş yapdıkları, Allahü teâlânın izni ile, onlarda birçok şeyler görüldüğü sahîh kitâblarda bildirilmekdedir. Hadîs âlimi, imâm-ı Süyûtî (El-mütekaddim) kitâbında ve hâfız ibn-i Hacer, fetvâlarında buyuruyorlar ki, mü’minlerin rûhları (İlliyyîn) denilen makâmda, kâfirlerin rûhları (Siccîn) denilen yerdedir. Her rûh, cesedine, bilinmiyen bir hâlde bağlıdır. Bu bağlılıkları, dünyâdaki bağlılıklar gibi değildir. Rü’yâ gören kimsenin gördüğü şeylere olan bağlılığı gibidir. Fekat, ölülerin cesedlerine ve başka şeylere bağlılıkları, rü’yâ görenin bağlılığından pekçok kuvvetlidir. Bunun içindir ki, ibnü Abdilberrin, rûhlar kabrlerinin yanındadır sözü ile yukarıdaki sözün arasını bulmak güç olmaz. Rûhların kendi cesedlerine te’sîr ve tesarruf etmelerine ve kabrde bulunmalarına izn verilmişdir. Meyyit kabrden çıkarılıp başka kabre konursa, rûhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. Beden çürüyüp, toprak maddeleri, sıvıları ve hâsıl olan gazları dağılınca, bu bağlılık yine bozulmaz. İmâm-ı Süyûtî buyuruyor ki, rûhun İlliyyînde olduğu hâlde, bedene bağlanmasına ve tesarruf yapmasına izn verildiğini İbni Asâkirin, Abdüllah ibni Abbâsdan haber verdiği şu hadîs-i şerîf göstermekdedir: Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", Ca’fer Tayyâr hazretleri şehîd oldukdan sonra buyurdu ki, (Bir gece Ca’fer Tayyâr yanıma geldi. Yanında melek vardı. İki kanadlı idi. Kanadlarının uçları kana boyanmış idi. Yemendeki Bîşe denilen vâdiye gidiyorlardı.) İbni Adînin hazret-i Alî ibni Ebî Tâlibden haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Ca’fer bin Ebî Tâlibi meleklerin arasında gördüm. Bîşe ahâlîsine yağmur geleceğini müjdeliyorlardı) buyuruldu. Hadîs âlimlerinden Hakîmin Abdüllah ibni Abbâsdan verdiği haberde, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" yanında oturuyordum. Esmâ bint-i Umeys yanımızda idi. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", aleyküm selâm dedikden sonra, (Yâ Esmâ! Şimdi, zevcin Ca’fer, Cebrâîl ve Mikâil ile birlikde yanıma geldiler. Bana selâm verdiler. Selâmlarına cevâb verdim. Bana dedi ki, (Mûte) gazâsında kâfirler ile birkaç gün savaşdım. Vücûdümün her tarafında yetmişüç yerimden yaralandım. Bayrağı, sağ elime aldım. Sağ kolum kesildi. Sol elime aldım, sol kolum kesildi. Allahü teâlâ, iki kolum yerine bana iki kanad verdi, Cebrâîl ve Mikâîl ile birlikde uçuyorum. İstediğim zemân Cennetden çıkıyorum. İstediğim zemân girip meyvelerini yiyorum) buyurdu. Esmâ, bunları işitince, Allahü teâlânın ni’metleri Ca’fere âfiyet olsun. Fekat, herkes bunu benden işitince inanmazlar diye korkuyorum. Yâ Resûlallah, minbere çık sen söyle! Sana inanırlar dedi. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" mescide teşrîf edip, minbere çıkdı. Allahü teâlâya hamd ve senâ eyledikden sonra, (Ca’fer ibni Ebî Tâlib, Cebrâîl ve Mikâîl ile birlikde yanıma geldiler. Allahü teâlâ, ona iki kanad vermiş. Bana selâm verdi) buyurdu. Sonra, Esmâya haber verdiklerini bir bir söyledi. Bu hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, Allahü teâlâ, şehîd olan ve sâlih olan kullarına, insanlara fâideli olan işleri yapmak için izn vermekdedir. Bunu bildiren, dahâ nice haberleri hadîs âlimleri yazmışlardır. Bunlardan birini, imâm-ı Celâleddîn Süyûtî şöyle bildiriyor: İbni Ebiddünyâ diyor ki, Ebû Abdüllah Şâmî, rumlarla gazâya gitmişdi. Düşmanı kovalıyorlardı. İki kişi askerden uzaklaşdılar. Birisi şöyle anlatıyor: Düşman kumandanına rastladık. Üzerine hücûm etdik. Çok savaşdık. Arkadaşım şehîd oldu. Geri döndüm. Askerlerimizi aradım. Sonra kendi kendime dedim ki, sana yazıklar olsun! Ne için kaçıyorsun. Geri döndüm. Düşman kumandanına saldırdım. Kılıncım boşa gitdi. O, bana saldırdı. Beni devirdi. Göğsümün üstüne oturdu. Beni öldürmek için eline bir şey aldı. Tâm o sırada, şehîd olmuş olan arkadaşım yerinden fırladı. Ensesinden saçlarını yakaladı. Üstümden çekdi. Birlikde kâfiri öldürdük. Uzakdaki bir ağaca  kadar  birlikde  konuşarak  yürüdük.  Orada  ölü olarak yatdı. Arkadaşlarıma gelip, olanları haber verdim. Hanefî mezhebi âlimlerinden (Ravdat-ül-Ulemâ) kitâbının sâhibi Hüseyn Buhârî Zendüvistî ve (Zübdet-ül-Fükahâ) kitâbının sâhibi de, bu vak’ayı bildirmişlerdir. Hadîs âlimlerinden Mehâmilî (Emâliyyül-İsfehâniyye) kitâbında bildiriyor ki, Abdül’azîz bin Abdüllah dedi ki, bir arkadaşla Şâmda idik. Yanında zevcesi de vardı. Bunların oğlunun şehîd olduğunu dahâ önceden biliyordum. Yanımıza bir süvârî geldi. Arkadaşım, bunu karşıladı. Zevcesine dönerek, bu bizim oğlumuz dedi. Zevcesi, şeytân senden uzak olsun. Sen aldanıyorsun. Oğlunun çokdan şehîd olduğunu unutdun mu dedi. Adam, söylediğine pişmân oldu. Fekat, süvârîye yaklaşdı. Dikkat ile bakarak, vallâhi bu bizim oğlumuz dedi. Kadın da, bakmak zorunda kaldı. Vallâhi o diye bağırmağa başladı. Babası, oğlum sen şehîd olmuşdun değil mi? dedi. Evet babacığım. Fekat, Ömer bin Abdül’azîz şimdi vefât etdi. Şehîdler, onu ziyâret etmek için Rabbimizden izn istedik. Ben ayrıca size selâm vermek için de izn istedim, dedi. Vedâ’ edip yanlarından ayrıldı. Az zemân sonra, Ömer bin Abdül’azîzin vefât etdiği  işitildi. İmâm-ı Süyûtî buyuruyor ki, bu haberler, sağlamdır, doğrudur. Hadîs âlimleri, vesîkaları ile birlikde bunları yazmışlardır. Bunu, imâm-ı Yâfi’î "rahmetullahi aleyh" yazmışdır. Onun yazısını kuvvetlendirmek için, ben de bildirdim. Böyle vak’alar, imâm-ı Süyûtînin kitâbında çok yazılıdır. Anlamak istiyenler oradan okuyabilirler.
İmâm-ı Yâfi’î buyuruyor ki, mevtâları iyi veyâ kötü hâlde görmek, Cenâb-ı Hakkın ba’zı kullarına ihsân etdiği bir keşfdir, kerâmetdir. Dirilere müjde vermek, va’z olmak, yâhud ölüler için hayrlı bir iş yapılmasına, borçlarının ödenmesine yaraması içindir. Ölüleri görmek dahâ çok rü’yâda olmakdadır. Uyanık iken görenler de vardır. Evliyâ için, hâl sâhibleri için kerâmetdir. Kitâbının başka bir yerinde diyor ki, Ehl-i sünnet mezhebinin âlimleri buyuruyor ki, ölülerin İlliyyîndeki veyâ Siccîndeki rûhları, arasıra ya’nî Allahü teâlâ dileyince, mezârlarındaki cesedlerine red olunurlar. En çok Cum’a geceleri, böyle olur. Birbirleri ile buluşurlar, konuşurlar. Cennetlik olanlar, ni’metlere kavuşur. Azâb görecekler, azâb olunurlar. Rûhlar, İlliyyînde veyâ Siccînde iken, cesed olmaksızın da, ni’metlenir ve azâb çekerler. Kabrde ise, rûh ve cesed birlikde ni’metlenir. Yâhud azâblanır. İbn-ülKayyım-ı Cevziyye (Kitâb-ür-rûh)da diyorki, bu yazılardan anlaşılıyor ki, rûhun hâli, kuvvetli ve za’îf ve büyük ve küçük olduğuna göre değişmekdedir. Büyük rûhlar için olanlar, başka rûhlar için olmaz. Dünyâda da rûhların, kuvvetli, za’îf, sür’atli olduklarına göre başka başka hâlleri olduğu bilinmekdedir. Bedenin esâretinden ve bağlılığından ve tesarrufundan kurtulan rûhların kuvvetleri, nüfûzları, himmetleri, sür’atleri ve Allahü teâlâya ve madde âlemine te’allukları, bedene bağlı olan rûhlar gibi elbet değildir. Rûhun kendisi yüksekdir, temizdir, büyükdür, yüksek himmet sâhibidir. Bedenden ayrıldıkdan sonra, dahâ başka olur. Başka şeyler yapabilir. İnsanların öldükden sonra rûhları, rü’yâda görülüp öyle şeyler yapmışlardır ki, diri iken, bedene bağlı oldukları zemân bunları yapdıkları görülmemişdir. Bir kişi veyâ iki kişi veyâ birkaç kişinin, büyük bir orduyu mağlûb etmesi çok görülmüşdür. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" ve Ebû Bekr ve Ömer "radıyallahü anhümâ", çok def’a rü’yâda görülmüş ve rûhları, kâfir ve zâlim askerlerini dağıtmış, kaçırmışdır. Bu yazdıklarımız, (Nâzi’ât) sûresinin beşinci âyetinin tefsîrinde, ba’zı müfessirlerin meselâ Beydâvînin (Evliyânın rûhu bedenden ayrılınca, melekler âlemine gider. Oradan Cennet bağçelerinde dolaşır. Bedenine de bağlılığı kalıp, te’sîr eder) demelerine uygun olmakdadır.
– 217 –

[Hüseyn bin Yahyâ Zendüvistî Buhârî 400 [m. 1010] de vefât etdi. (Ravdat-ül-ulemâ) kitâbı meşhûrdur. Ahmed Mehâmilî şâfi’î 415 [m. 1024] de Bağdâdda, Ömer bin Abdül’azîz 101 [m. 720] de, Afîfüddîn Abdüllah Yâfi’î şâfi’î 768 [m. 1367] de Mekkede, Kâdî Abdüllah Beydâvî Şîrâzî 685 [m. 1281] de Tebrîzde vefât etdi.]
Sekizinci kısm: Dirilerin, mezârdaki ni’metleri ve azâbları anlaması ve baş gözü ile görmesi câiz olduğu, Allahü teâlâ ve Resûlü tarafından haber verilmişdir. Ehl-i sünnet ve cemâ’at âlimleri, kabrde ni’met ve azâb olduğunu, bunun hem rûha, hem de bedene birlikde olduğuna inanmak lâzım geldiğini sözbirliği ile bildirmişlerdir. (Akâ’id) kitâbları, bunları uzun uzun bildirmekdedir. Kabr azâbına yalnız (Mu’tezile) ve (Hâricîler) inanmıyorlar. Kabr azâbının doğru olduğu, hadîs-i şerîflerle ve Eshâb-ı kirâmın "radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în" eserleri ile, Selef-i sâlihînin yazıları ile bildirilmekdedir. Ba’zı câhillerin kabr azâbına inanmamaları, bu vesîkalardan haberleri olmadığı içindir. Onların îmânını kuvvetlendirmek için, vesîkalardan bir kaçını bildirmek uygun görüldü.
Peygamberlerin kabrde bilmediğimiz bir hayât ile diri olduklarını, nemâz kıldıklarını yukarıda bildirmişdik. Peygamberlerin, vefâtlarından sonra, hac etdikleri, Buhârîde ve Müslimde bildirilmekdedir. Peygamber olmıyanlara gelince, Ebû Nu’aym bildiriyor ki, Sâbit-ül-Benânî diyor ki, Hamîd-i Tavîle sordum: Mezârda yalnız Peygamberler mi nemâz kılar? Hayır başkaları da kılabilir dedi. Sâbit, yâ Rabbî! Bir kimsenin mezârda nemâz kılmasına izn veriyor isen, Sâbitin de kabrde nemâz kılmasını nasîb eyle dedi. Ebû Nu’aym, yine bildiriyor ki, Şeybân bin Cisr dedi ki, kendinden başka ilâh bulunmıyan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Sâbit-i Benânîyi mezâra koydum. Hamîd-i Tavîl de yanımda idi. Üzerine toprak örtdük. Toprak bir yerinden çökdü. Kabre bakdım, nemâz kıldığını gördüm. İbni Cerîr (Tehzîb-ül-Âsâr) kitâbında ve Ebû Nu’aym, İbrâhîm bin Sâmitden haber veriyorlar ki, seher vaktlerinde kabristândan geçenler, Sâbit-i Benânînin kabrinden Kur’ân-ı kerîm sesi duyduklarını söylerlerdi. İbnül Cevzî (Safvet-üs-Safve) kitâbında da bunu bildirmekdedir. Tirmüzî ve Hâkim ve Beyhekî, Abdüllah ibni Abbâsdan haber verdiler ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçı, bir yere çadır kurmuşlardı. Burada bir kabr bulunduğunu bilmiyorlardı. Çadırda, (Mülk) sûresinin okunduğu işitildi. Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" bunu haber verdiklerinde, (Bu sûre-i şerîfe insanı kabr azâbından ko– 218 –

rur) buyurdu. İbnül-Kâyyım-ı Cevziyyenin (Kitâb-ür-rûh) kitâbında diyor ki, meyyitin kabrde okuduğunu bu hadîs-i şerîf isbât etmekdedir. Çünki, Abdüllah ibni Ömer de bir yere çadır kurmuşdu. Çadırda Kur’ân-ı kerîm sesi işitdi. Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" haber verdi. Bu sözü tasdîk buyurdu. Hadîs âlimlerinden Abdürrahmân ibni Receb (Ehvâl-ül-Kubûr) kitâbında diyor ki, Allahü teâlâ dilediği kuluna kabrde sâlih işler yapmağı ihsân eder. İnsan ölünce amel, ibâdet yapmak vazîfesi biter. Kabrdeki ibâdete sevâb verilmez. Fekat, Allahü teâlânın ismini söylemekle ve ibâdet etmekle zevklenir. Melekler ve Cennetde olanlar da böyledirler. İbâdet yapmakdan lezzet duyarlar. Çünki zikr ve ibâdet, rûhu temiz olanlar için, en tatlı şeydir. Rûhu hasta olanlar, bunun tadını duyamaz. İbnül Kayyım-ı Cevziyye (Kitâbür-rûh)da ve ibni Teymiyye ve dahâ birçok âlimler ve imâm-ı Süyûtî (Şerh-us-Sudûr) kitâbında bunu bildirmekdedirler. Ebül-Hasen bin Berâ’ (Ravda) kitâbında bildiriyor ki, mezârcı İbrâhîm, (Bir mezâr kazmışdım. Mezârdan ve kerpiç parçalarından misk kokusu duydum. Kabre bakdım. Bir ihtiyâr oturmuş Kur’ân-ı kerîm okuyordu) dedi. Muhammed bin İshâk ibni Mende, Âsım-ı Sekâtîden haber veriyor ki, Belh şehrinde bir kabr kazdık. Yanındaki kabrin içi göründü. İçeride yeşil kefenli bir ihtiyâr, elinde Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Bu kitâbda, bunun gibi çok şeyler yazılıdır. Hadîs âlimlerinden Ebû Muhammed Halâl (Kerâmât-ülEvliyâ) kitâbında, Ebû Yûsüf Gasûlîden haber veriyor: Şâmda İbrâhîm bin Edhem hazretlerinin yanına gitdim. Bugün, şaşılacak birşey gördüm dedi. O nedir dedim. Karşıdaki kabristânda bir kabr yanında idim. Kabr yarıldı. Yeşil kefenli bir ihtiyâr göründü. Yâ İbrâhîm! Allahü teâlâ beni, senin için diriltdi. Dilediğini benden sor dedi. Allahü teâlâ seni nasıl karşıladı dedim. Etrâfımı kötü amellerim sarmışdı. Seni üç şey için afv etdim buyurdu: Benim sevdiklerimi severdin, dünyâda hiç içki içmezdin, aksakalınla huzûruma geldin. Böyle huzûruma gelen mü’minlere azâb yapmakdan utanırım buyurdu. İhtiyâr, bundan sonra kabrde gayb oldu. İbnül Cevzî (Safvet-üs-Safve) kitâbında Mu’âzeyi anlatırken bildiriyor: Ümmül Esved dedi ki, Mu’âze benim süt anam idi. Birgün dedi ki, Ebüs-sahbâ ve oğlum şehîd olunca, dünyâ gözüme zindan oldu. Hiçbir şeyden tad alamaz oldum. Yalnız şunun için yaşamak istiyorum ki, cenâb-ı Hakkın rızâsına kavuşduracak birşey yapabilsem de, Ebüs-sahbâ ile ve oğlum ile Cennetde buluşabileyim. Muhammed bin Hüseyn bildiriyor: Mu’âze vefât ederken ağladı. Sonra güldü. Sebebini sorduk. Nemâzdan, orucdan ve Kur’ân-ı kerîm okumakdan ve Allahü    te– 219 –

âlâyı zikr etmekden ayrılıyorum diye üzülmüşdüm. Sonra Ebüssahbâyı gördüm. İki parça yeşil elbise giymiş. Dünyâda böyle görmemişdim. Bunun için de güldüm dedi. Mu’âze, hazret-i Âişeyi "radıyallahü anhâ" görmüşdü. Ondan hadîs-i şerîf haber vermişdi. Hasen-i Basrî ve Ebû Kılâbe ve Yezîd Rekâşî gibi büyük âlimler, Mu’âzeden hadîs rivâyet etmişlerdir.
[Zübde müellifi İbrâhîm Mısrî 957 de, Muhammed ibni Cerîr Taberî 310 [m. 923] da, Ebülferec Abdürrahmân ibnül-Cevzî hanbelî 597 [m. 1200] de, İbni İshâk Muhammed 151 [m. 768] de Bağdâdda, İbni Mende Muhammed 395 [m. 1005] de, Ebû Muhammed Abdüllah Halâl mâlikî 616 [m. 1219] da Mısrda, İbni Receb hanbelî 795 de vefât etmişdir "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în"].
Kabr azâbını görenler de vardır. Mü’min sûresinin kırkaltıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Fir’avna ve adamlarına her sabâh ve akşam gidecekleri Cehennem ateşi gösterilir) buyuruldu. (Buhârî) ve (Müslim)deki hadîs-i şerîfde, (Eğer, gizli tutabilseydiniz, kabr azâbını, benim işitdiğim gibi, size de işitdirmesi için, düâ ederdim) buyuruldu. Kabr azâbı rûha ve cesede birlikde olmakdadır. Çünki, küfrü ve günâhları ikisi birlikde yapmakdadır. Yalnız, rûha azâb yapılması, hikmete ve ilâhî adâlete uygun değildir. Âlimler buyuruyor ki, beden kabrde çürüyüp yok olmakda görülüyor ise de, Allahü teâlânın ilminde vardır. Eshâb-ı kirâmdan birçoğu, ölülerin rûhlarına bedenleri ile birlikde azâb yapıldığını görmüş ve haber vermişlerdir. İbn-i Kayyım-ı Cevziyye (Kitâb-ür-rûh)da ve imâm-ı Süyûtî (Şerh-us-Sudûr)da ve Abdürrahmân ibni Receb hanbelî (Ehvâl-ül-kubûr)da bildiriyorlar ki, bir kimse, Resûlullahın yanında (Toprakdan birinin çıkdığını gördüm. Bir adam buna sopa ile vurarak yerde gâib olduğunu, böylece toprağa girip çıkdığını gördüm) dedi. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" bunu işitince, (O gördüğün Ebû Cehldir. Kıyâmete kadar böyle azâb çeker) buyurdu. Bu ve bunun gibi haberler, Peygamberler ve Evliyâ gibi, herkesin de kabrdekileri görebileceğini bildirmekdedirler. Evliyânın görmesi, hiç inkâr edilemez. Allahü teâlânın kudreti ile görmekdedirler.
Buraya kadar yazdıklarımız, mevtâların mezârda, kabr hayâtı denilen bilmediğimiz bir hayât ile diri olduklarını göstermekdedir. İslâm âlimlerinin hepsi diyor ki, ölmek, yok olmak değildir. Bir evden bir eve göç etmek demekdir. Peygamberler "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" ve Velîler "rahime-hümullahü teâlâ" de, islâmiyyeti yaymak için çalışmışlardır. Hepsi şehîdlik derece– 220 –

sine kavuşmuşlardır. Şehîdlerin diri oldukları, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmekdedir. Böyle olunca, onlardan tesebbüb ve teşeffû’ ve tevessül etmek şaşılacak bir şey midir? (Tesebbüb) demek, onları sebeb yapmak, ya’nî Allahü teâlâ katında yardım etmelerini dilemekdir. (Tevessül) demek, bizim için düâ etmelerini dilemekdir. Çünki onlar, Allahü teâlânın dünyâda da, âhıretde de sevgili kullarıdır. Onların istediklerine kavuşacaklarını, her dilediklerinin verileceğini, Kur’ân-ı kerîm bildirmekdedir. Böyle olan meyyitlerden, dirilerden beklenen şeyleri bekliyen bir kimse kötülenebilir mi? Bunlardan beklenen şeyleri, Allahü teâlânın yaratacağına, Allahdan başka yaratıcı bulunmadığına inanan bir kimsenin, mezârdaki Peygamberleri, Velîleri sebeb kılması, vesîle yapması, hiç inkâr olunabilir mi? Bunları, onlar çürüdü, toprak oldu, yok oldu zan edenler inkâr eder. İslâmiyyeti bilmiyenler ve onların büyüklüğünü, yüksekliğini anlıyamıyanlar inanmaz. Peygamberlerin ve Evliyânın yüksekliklerini ve üstünlüklerini anlamıyan kimseler, din câhilleridir. İslâmiyyeti anlamamışlardır. Onların câhil dedikleri müslimânlar, kendilerinden dahâ bilgili ve dahâ anlayışlıdırlar. Evliyânın ve Peygamberlerin "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" mezârlarına gidip, onların vâsıtası ile, onları sebeb kılarak, Allahü teâlâdan birşey istemenin ve kıyâmet günü bize şefâ’at etmeleri için, kendilerine yalvarmanın câiz olduğu, hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir ve islâm âlimleri sözbirliği ile haber vermişlerdir. İnsanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın hadîs-i şerîflerine ve Onun yolunda giden seçilmişlerin, sevilmişlerin kitâblarına inanmak ni’metini bize ihsân eden Allahü teâlâya hamd ve şükrler olsun! Bu büyük ni’meti Rabbimiz bize ihsân etmeseydi, kendimiz anlıyamaz, bulamaz, helâk olurduk.
Peygamberlerin ve Evliyânın vâsıtası ile ya’nî onları sebeb yaparak, vesîle ederek, Allahü teâlânın yaratmasını istemek câiz olduğunu gösteren âyet-i kerîmeleri bildirelim: Mâide sûresinin otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler! Allahü teâlâdan korkunuz! Ona yaklaşmak için vesîle arayınız) ve İsrâ sûresinin elliyedinci âyetinde meâlen, (Ol kimseler ki, düâ ve ibâdet ederler, Rablerine yaklaşmak için, vesîle ve sebeb ararlar. Sebeblerin Allahü teâlâya en çok yaklaşdıranını isterler) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmelerde Allahü teâlâ, sebebe, vesîleye yapışmağı emr etmekdedir. Vesîlenin kendisine en çok yaklaşdırıcı bir şey olduğunu bildirmekdedir. Vesîlenin belli bir şey olduğu bildirilmedi. Bunun için, Allahü teâlânın rızâsına kavuşduran herşey, ya’nî Hâricîlerin dedikleri gibi yalnız düâları değil, şefâ’atleri ve Allahü teâlâ indin– 221 –

de mertebeleri ve kıymetleri ve kendileri hep vesîledirler. [(Vehhâbî) kitâbının doksanyedinci sahîfesinde de bu âyet-i kerîmelerden ikincisi yazılı olup, Katâdenin (Allahü teâlâya, râzı olduğu ibâdetleri yaparak yaklaşınız) dediğini bildiriyor. Vesîle, Peygamberlerin ve onların yolunda olanların gitdikleri yoldur. Onların yolu vesîledir, kendileri vesîle değildir diyor.] Ehl-i sünnet âlimleri ise, Peygamberlerin ve onlara tâbi’ olanların gitdikleri yol, ya’nî îmân ve ibâdet ve ihlâs, vesîle olduğu gibi, o büyüklerin şefâ’atleri, makâmları, kerâmetleri, düâları ve kendileri de vesîledir dedi. Kendileri vesîle olamaz diyenler, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere ve Peygamberlere ve Evliyâya iftirâ ediyorlar. Peygamberlerin ve Evliyânın kendilerinin vesîle edilmesi, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmekdedir.
Enfâl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen, (Sen aralarında bulundukça, o kâfirlere azâb etmem) buyuruldu. Tefsîr kitâblarında ve Buhârîde bildirildiği gibi, kâfirler Peygamberimiz ile alay ediyorlardı. Rabbine söyle de, bize çabuk azâb göndersin diyorlardı. Bu sözleri üzerine, yukarıdaki âyet-i kerîme nâzil oldu. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" mubârek cesed-i şerîfinin kâfirler arasında bulunması, onlara azâb gelmesini önlemekdedir buyuruldu. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", Peygamberlik makâmı ile, yâhud düâ ederek, yâhud şefâ’at ederek, azâb gelmesini önlüyordu denilemez. Çünki, kâfirlere düâ ve şefâ’at edilmediği gibi, inanmadıkları Peygamberliğin onlara fâidesi olamaz.
Enfâl sûresinin otuzüçüncü âyetinin devâmında meâlen, (Onlar istiğfâr etdikleri için Allahü teâlâ onlara azâb yapmaz) buyuruldu. Selef-i sâlihînden birçoğu bu âyet-i kerîme için, onlardan, istiğfâr edecek olan çocuklar dünyâya geleceği için, onlara azâb etmem demekdir dedi. Allahü teâlâ, kâfirlerden mü’minler dünyâya getirmeği ezelde takdîr buyurduğu için, o kâfirlere azâb etmem buyurdu. Böyle söyliyen âlimlere göre, kâfirlerin kanında bulunan, mü’minlerin zerreleri, azâbı önlemeğe sebeb olmakdadır.
Bekara sûresinin ikiyüzellibirinci âyetinde ve Hac sûresi kırkıncı âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ insanları birbirine karşı serbest bıraksaydı, yeryüzü altüst olurdu) buyuruldu. Tefsîr âlimlerinden birkaçı, bu âyet-i kerîmeye, Allahü teâlâ, mü’minleri yaratmayıp yalnız kâfirleri yaratsaydı, yeryüzü karmakarışık olurdu. Mü’minlerin vücûdları, yeryüzünün karışmasını önlemekdedir dedi. Se’âdet, insanın kendisindedir. İşleri ile hâsıl olmaz. Bunun i– 222 –

çin hadîs-i şerîfde, (İnsan, dünyâya gelmeden önce Sa’îddir, iyidir. Yâhud şakîdir, kötüdür) buyuruldu. İnsana sa’îd olmasında, iyi işlerinin te’sîri bulunması, görünüşdedir. Hakîkatde böyle değildir. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, Cehenneme götürücü kötü işleri yapar. Cehenneme yaklaşır. Ümm-ül kitâbda, ya’nî ilm-i ilâhîde sa’îd ise, son günlerinde Cennete götürücü bir iş yaparak Cennete gider) buyuruldu. Amel, insanı Cennete götürmez. Cennete gitmeğe sebeb olur. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfde, (Hiç kimse iyilikleri ile, ibâdetleri ile Cennete girmez) buyuruldu. Senin için de böyle midir? Yâ Resûlallah! dediklerinde, (Benim için de böyledir. Ancak Allahü teâlânın merhameti ile, ihsânı ile kurtulurum) buyurdu. İyi işler, ibâdetler yapan, elbet Cennete gider denilemez. Ezelde sa’îd yazılmış olan elbet Cennete gider denilir. Se’âdet ve şekâvet, insanların işlerine değil, kendisine göredir. Allahü teâlânın, Muhammed aleyhisselâmı, insanlar arasından seçmesi ve Onu bütün Peygamberlerinden üstün yapması, mubârek zâtı içindir, kendisi içindir. Bunu her mü’min bilmekdedir. Resûllerin, Nebîlerin, Velîlerin üstünlükleri de, hep böyledir. Mevkı’, mertebe ve her yükseklik zâta tâbi’dir. Zât, mevkı’e tâbi’ değildir. [Meselâ, insan pâşa olduğu için kıymetlidir, denilmez. Kıymetli olduğu için, pâşa olmuşdur denir.] Vehhâbîlerin, madde, cism ve zât, sebeb olamaz sözlerinin yanlış olduğu anlaşıldı. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler ve Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" sünnet-i seniyyesi, onların yanlış ve bozuk yolda olduğunu göstermekdedir.
Hadîs-i şerîfde, (Toprağımızın ve birimizin tükrüğünün bereketi ile ve Rabbimizin izni ile hastamız şifâ bulur) buyuruldu. Bir kimse temiz toprağı, temiz tükrüğü ile karışdırıp, hastaya ilâc yaparsa, Allahü teâlâ şifâ ihsân eder. Toprak ve tükrük ve eczâcının te’sîri belli olan ilâcları, hep maddedir, cismdir, ya’nî zâtdırlar. Bunların mevkı’i, rütbesi ve şefâ’ati düşünülemez. İmâm-ı Müslim Şâfi’înin "rahmetullahi aleyh" (Sahîh-i Müslim) kitâbındaki hadîs-i sahîhde buyuruldu ki, (Zemzem suyu, içenin niyyetine göre fâide verir). Zemzem suyu, dünyâ ve âhıretin herhangi bir fâidesi için niyyet ederek içilirse, istenilen fâide hâsıl olur. Böyle olduğu çok görülmüşdür. Zemzem suyu, zâtdır, maddedir. Şifâ, fâide vermek için, rütbesi ile te’sîr etmesi, yâhud düâ ve şefâ’at etmesi düşünülemez.
Sahîh olan hadîs-i şerîfde ve bütün fıkh âlimlerinin sözbirliği ile bildirdikleri gibi, Kâ’be kapısı ile (Hacer-ül-esved) taşının arasındaki tavâf yerine (Mültezem) denir. Bir kimse, burada karnını Kâ’be dıvarına değdirip, (Mültezem)i vesîle ederek, Allahü   teâlâ– 223 –

ya yalvarırsa, Allahü teâlâ onu zarardan, kusûrdan korur. Böyle olduğu çok tecribe edilmişdir. Herkesin bildiği gibi, Mültezem, Kâ’be dıvarında birkaç taşdır. Bu taşlar zâtdır. Ya’nî maddedir. Allahü teâlâ, her maddeye belli hâssalar, özellikler verdiği gibi, bu taşlara da, hayra, fâideye vesîle olmak hâssasını vermişdir. [Aspirine ağrı kesmek, kinine sıtma plasmodyumlarını öldürmek, ispirtolu suya aklı gidermek hâssalarını verdiği gibi, bu taşlara, başka taşlardan fazla olarak, düâların kabûl olmasına sebeb olmak hâssasını vermişdir.]
Kâ’benin kuzey tarafında bulunan su oluğunun altındaki tavâf yerine ve Mescid-i Harâm içindeki, Kâ’be kapısı karşısında bulunan (Makâm-ı İbrâhîm) denilen yere ve (Hacer-ül esved) denilen Kâ’be köşesindeki taşı öpmeğe ve elini yüzünü sürmeğe de, böyle fâideli hâssalar verilmişdir. Bunlara tevessül edenlerin, ya’nî bunları vâsıta kılarak düâ edenlerin, düâları kabûl olmak hâssasını, kıymetini, Allahü teâlâ bu maddelere vermişdir. Bu maddelerin, düâların kabûl olmasına vesîle oldukları biliniyor ve görülüyor ve inanılıyor da, Resûlullahı ve Onun yolunda olan, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle ederek yapılan düâlar hiç kabûl olmaz mı? Eğer bir kimse, yerdeki toprağın ve ba’zı kimselerin tükrüğünün ve Zemzem suyunun ve Mültezemdeki taşların ve İbrâhîm aleyhisselâmın mubârek ayaklarının izi bulunan Makâm-ı İbrâhîmin ve Hacer-ül-esved taşının, ya’nî bu maddelerin hepsinin fâideli şeyler için vesîle, sebeb olmaları, Peygamberlerin ve Evliyânın mezârlarının da, vesîle olacağını göstermez derse, bu kimsenin din câhili olduğunu, Allahdan ve Resûlullahdan ve müslimânlardan utanmadığını gösterir. Çünki, Eshâb-ı kirâm "aleyhimürrıdvân", Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" zât-ı şerîfini çok yüksek bilirler, pek saygı gösterirlerdi.
Urve-tebni Mes’ûd-issekafînin (Buhârî)de ve başka kitâblarda bildirilen sözleri meşhûrdur. Urve diyor ki, (Hudeybiye) sulhu için, müşriklerin elçisi olarak, Resûlullahın yanına gelmişdim. İşim bitdikden sonra Mekkeye, Kureyş büyüklerinin yanına döndüm. Onlara dedim ki, biliyorsunuz. Acem şâhı olan Kisrâlara ve Bizans kıralı olan Kayserlere ve Habeş pâdişâhı olan Necâşîlere çok gitdim, geldim. Bunlara yapılan hurmetin, Muhammed aleyhisselâmın Eshâbının, Muhammed aleyhisselâma yapdıkları hurmet kadar çok olduğunu görmedim. Muhammed aleyhisselâmın tükrüğünün yere düşdüğünü görmedim. Eshâbı avuçları ile kapışıp yüzlerine, gözlerine sürüyorlardı. Abdest almış olduğu suyu da kapışıp, bereket için saklıyorlardı. Traş olunca, bir kılı yere düşmeden önce Eshâbı kapışıyorlardı. En kıymetli cevher gibi saklıyorlardı. Saygılarından, edeblerinden, yüzüne bakamıyorlardı dedi. Eshâb-ı kirâmın "radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în" Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" zâtından ayrılan en ufak zerrelere, hattâ başkaları için pis, çirkin sayılan şeylerine bile nasıl kıymet verdikleri bu haberden anlaşılmakdadır. Bu saygı ve edebler mubârek tükrüğünün ve mubârek uzvlarına değmiş olan abdest sularının, onlara düâ etmeleri veyâ şefâ’at etmeleri, yâhud rütbe ve kıymetleri olduğu içindir denilebilir mi? Bunlar, maddedir. Fekat, en şerefli bir zâtdan, maddeden ayrıldıkları için, kıymetli olmuşlardır. Vehhâbîler ve onların yolunda olanlar, hakîkî din adamıyız, tevhîd ehliyiz diyerek övündükleri hâlde, Resûlullahı "sallallahü aleyhi ve sellem" Lât putu ile bir tutuyorlar. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" ve Onun Eshâbının "radıyallahü anhüm ecma’în" yapdıklarını ve emr etdiklerini puta tapmağa benzetiyorlar. Onlar gibi söylemekden, onlar gibi düşünmekden ve onlar gibi inanmakdan Allahü teâlâya sığınırız.
Peygamberleri "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" ve Onların yolunda olan seçilmiş, sevilmiş Velîleri vâsıta kılarak Allahü teâlâdan dilekde bulunmanın câiz olduğunu gösteren hadîs-i şerîfler o kadar çokdur ki, bunlara kötü düşmanlarımız hiç cevâb veremiyor. Şaşırıp kalıyorlar: Buhârî ve Müslim kitâblarında yazılı olduğu üzere, Esmâ bint-i Ebî Bekr "radıyallahü teâlâ anhâ ve Ebîhâ" yanındakilere Peygamberimizin yeşil bir cübbesini gösterdi. Yakası ipekden idi. (Bu palto, hazret-i Âişenin yanında idi. O vefât edince, ben aldım. Bu cübbeyi hastalarımıza giydirerek, tedâvî etmekdeyiz. Hastalarımız bununla iyi oluyorlar) dedi. Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevgili Peygamberi "sallallahü teâlâ aleyhi ve Âlihi ve sellem" ve bütün üstünlüklerin sâhibi giymiş olduğu için, Eshâb-ı kirâm "aleyhimürrıdvân" bu cübbeyi şifâ bulmak için vesîle etmekdedirler.
Muhammed Humeydî Ezdî mâlikî Endülüsînin[1] iki sahîh kitâbdan toplıyarak hâzırladığı kitâbında, Abdüllah bin Mevhib diyor ki, zevcem beni, Ümm-i Seleme vâlidemize gönderdi. Elime içinde su bulunan bir kadeh verdi. Ümm-i Seleme hazretleri, gümüşden bir kutu getirdi. İçinde Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" sakal-ı şerîfi vardı. Sakal-ı şerîfi, elimdeki suya sokup kaşık gibi çalkaladı ve çıkardı. Nazar değmiş olanlar ve başka derdi olanlar, su getirip, hep böyle yaparlar, bu suyu içerek şifâ bulurlardı. Gümüş kutuya bakdım, birkaç dâne kırmızı kıl gördüm dedi.

Humeydînin, Buhârîden ve Müslimin sahîhinden topladığı kitâbında, Sehl bin Sa’d diyor ki, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" mubârek gömleğini bana hediyye etmiş idi. Annem, benden almak istedi. Bunu kefen yapmak için, saklıyacağım dedim. Resûlullah efendimizin mubârek gömleği ile bereketlenmek istedim, dedi. Görülüyor ki, Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" mubârek gömleğini, azâbdan kurtulmak için vesîle ve sebeb yapıyorlardı.
Buhârî ve Müslimde Ümm-i Selîmden haber veriliyor: Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" yanımda uyuyordu. Mubârek yüzü inci gibi terlemişdi. Terlerini alıp bir yere koyarken uyandı. (Yâ Ümm-i Selîm! Ne yapıyorsun?) buyurdu. Yâ Resûlallah! Mubârek terin ile çocuklarımızın bereketlenmesini istiyorum dedim. (İyi yapıyorsun) buyurdu. İbni Melek (Mesâbîh) kitâbının şerhinde diyor ki, bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, tesavvuf büyüklerinin ve âlimlerin ve sâlihlerin kullandıkları şeylerle de, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak câizdir.
İmâm-ı Müslim "rahime-hullahü teâlâ" Sahîhinde diyor ki, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" sabâh nemâzını kılınca, Medîne halkı, içinde su bulunan kablarla huzûruna gelirlerdi. Her kaba mubârek ellerini sokardı. İbn-ül Cevzî (Beyân-ül müşkil-il Hadîs) kitâbında diyor ki, Medîne ehâlîsi böylece, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" ile bereketlenirler idi. Bir âlime gelip de böyle bereketlenmek istiyenleri, âlimin boş çevirmemesi iyi olur. İbni Cevzînin bu sözü ve imâm-ı Nevevînin (Sahîh-i Müslim) şerhindeki yazıları ve Kâdî İyâdın (Müslim şerhi) ve Hanefî âlimlerinden Abdüllatîf ibni Melekin "rahmetullahi aleyhim ecma’în[1] yazılarından anlaşılıyor ki, böyle bereketlenmek, fâidelenmek, Hâricîlerin zan etdikleri gibi, yalnız Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" mahsûs değildir. [Hâricîlerin bu âlimlerin kitâblarından haberleri olmadığı yâhud bile bile inâd etdikleri anlaşılmakdadır. Bu ise, kötü niyyetli, ard düşünceli olmak demekdir.]
Buhârî kitâbında, İbni Sîrînden haber veriyor: İbni Sîrîn diyor ki, Resûlullah efendimizin sakal-ı şerîfinden bir parça elime geçdi. Bunu Ubeydeye söyledim. Bende bir sakal-ı şerîf bulunmasını, dünyâda olan herşeyden dahâ çok severim dedi.
Buhârî-i şerîfde diyor ki, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" çok zemân hizmetinde bulunmakla şereflenmiş olan   Enes


[1] İbni Melek 801 [m. 1399] da Tîrede vefât etdi.

bin Mâlik, kendisi ile berâber bir sakal-ı şerîfin defn olunmasını vasıyyet etdi. Kabrde, Allahü teâlânın huzûruna sakal-ı şerîf ile birlikde çıkmak istedi. Kâdî İyâd (Şifâ) kitâbında diyor ki, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" fazîletlerinden ve kerâmetlerinden ve bereketlerinden birisi de şudur ki, Hâlid bin Velîd "radıyallahü anh", başında sarığı arasında bir sakal-ı şerîf taşırdı. Bunu taşıdığı her muhârebede zafer kazanırdı. Hâlid, mubârek bir kılı sebebi ile murâdına kavuşuyor da, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" mubârek zât-ı şerîfini vesîle ederek Allahü teâlâdan dilekde bulunanlar kavuşmaz olur mu? Büyük islâm âlimi, Resûlullahın "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" âşıkı olan İmâm-ı Muhammed Busayrî şâzilî "rahmetullahi aleyh"[1] (Kasîde-i bürde)de bu inceliği çok güzel anlatmakdadır.
Buhârî ve Müslim sahîhlerinde diyor ki, Abdüllah ibni Abbâsın haber verdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" iki kabrin yanına geldi. İkisinin de azâbda olduğunu anladı. Bir hurma dalı istedi. İkiye ayırıp, kabrler üzerine dikdi. (Bunlar yeşil kaldıkca, azâbları hafîfler) buyurdu. Bir kabrde azâbın hafîflemesi için, üzerine yeşil hurma dalı konulması, hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Allahü teâlâ, yeşil otların bereketi ile kabrdeki azâbı hafîfletmekdedir. Yeşil ot, bir zâtdır, bir maddedir. Bunu dikmekle azâbın azalması, Resûlullaha mahsûs değildir. Yeşil hurma dalının her zemân kabr üzerine dikilmesini, islâm âlimleri, sözbirliği ile bildirmekdedir. İslâm mezârlıklarına servi ağaçları dikilmesi bundan ileri gelmekdedir. Hurma dalı gibi bir madde, azâbın azalmasına sebeb oluyor da, varlıkların, maddelerin en kıymetlisi olanı sebeb ve vesîle etmek câiz olmaz mı? Aklı olan, doğru düşünebilen kimse, buna olmaz diyebilir mi?
Maddeyi, zâtı, Allahü teâlânın rızâsını kazanmağa vesîle etmek câizdir. Ebû Süfyânın zevcesi olan Hind, (Uhud) gazvesinde hazret-i Hamzanın "radıyallahü anhümâ" karaciğerinden bir parçasını, ağzına alarak, çiğnemişdi. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", (Hamza, ind-i ilâhîde çok kıymetlidir. Onun bedeninden hiçbir parçasını Cehennemde yakmaz) buyurdu. [Hindin îmâna geldiği, Cehenneme gitmiyeceği buradan da anlaşılıyor.] Mâlik bin Sinân "radıyallahü anh", Resûlullahın mubârek kanını içdiği zemân, (Cehennem ateşi seni yakmaz!) buyuruldu. Bunun gibi, Abdüllah bin Zübeyr "radıyallahü anh", mubârek hacamât kanından içince, (İnsanlardan sana çok şeyler olur. Senden de insanlara


[1] Busayrî 695 [m. 1295] de Mısrda vefât etdi.

çok şeyler olur) buyurdu. İçdiği için darılmadı. Mubârek artığını içen kadına da, (Karın ağrısı hiç çekmezsin) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf sahîhdir. Kadının ismi (Bereke)dir. Bunu birçok âlimler, meselâ Kâdî İyâd, (Şifâ) kitâbında ve Kastalânî (Mevâhib-ül-ledünniyye) kitâbında yazmışlardır. Ey müslimânlar! Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" mubârek bedeninden ayrılan kan ve benzeri şeyler, bunları içenlerin Cehennem ateşinden kurtulmasına sebeb ve vesîle oluyor ve ağrıları önlüyor da, mubârek vücûdlarının, zâtının, bu iyiliklere vesîle ve sebeb olmasına niçin inanılmasın? Mubârek zâtı, Allahü teâlânın nûrundan idi. Gölgesi yere düşmezdi. Böyle olduğunu, Câbir ve başkaları "radıyallahü teâlâ anhüm" bildirdiler. Allahü teâlânın sevgilisi ve Peygamberlerin en üstünü için, vesîle edilmez, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olmaz diyen bir kimse, o yüce Peygamberin ümmetinden midir, yoksa düşmanlarından mıdır? Kâfirlere bile rahmet olduğu, âyet-i kerîmelerde bildirilmişdir. Müslimânlar için ve Ona âşık olan (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) için, rahmete, vesîle ve sebeb olmaz mı?
(Vesîle arayınız!) âyet-i kerîmesinin emr etdiği vesîle, hem ibâdetlerdir, hem düâlardır, hem de mubârek kıymetli zâtların kendileridir. Yukarıda bildirdiğimiz hadîs-i şerîfler ve olaylar bunu açıkca göstermekdedir.
Mahlûklardan herşeyi, hattâ insanın yapamıyacağı, fekat kerâmet olarak Allahü teâlânın Evliyâsına ihsân etdiği şeyleri istemek câiz olduğunu gösteren çeşidli âyet-i kerîmeler vardır. Bunlardan biri (Neml) sûresindeki âyet-i kerîmedir. Bu âyet-i kerîme, Süleymân aleyhisselâmın meâlen, (Ey cemâ’atim! Onu kürsîsi ile hanginiz getirirsiniz?) dediğini bildirmekdedir. Cemâ’atin içinde, cin ve insanlar ve şeytânlar da vardı. Cinnin kötü kısmlarından, İfrît, sen yerinden kalkmadan onu getiririm, dedi. Süleymân aleyhisselâm bundan dahâ çabuk gelmesini istiyorum dedi. Süleymân aleyhisselâmın kâtibi olan Âsâf bin Berhıyâ, ben dahâ çabuk getiririm, dedi. Belkısın kürsîsi Yemende idi. Süleymân aleyhisselâm, Şâmda idi. Arada, [insan yürüyüşü ile], üç aylık yol vardı. Oradan Şâma yer altından hemen getirdi. Bu kürsî, altın ve kıymetli taşlarla süslü bir kanepe idi. Bu bir kerâmet idi. Allahü teâlâ, Velîleri için, sevdiği iyi kulları için, âdetinin, kanûnlarının dışında olarak kerâmet vermekdedir. Allahü teâlâ, sâlih kulu olan bir Velîsine verdiği kerâmeti, Kur’ân-ı kerîmde, överek bildiriyor. Bu kerâmeti istediği için, Süleymân aleyhisselâma darılmıyor. Ben sana şah damarından dahâ yakın iken, niçin başkasından istedin? İnsanların yapamıyacağı birşeyi, benden başkasının gücü yetmiyeceği bir şeyi, niçin benden istemedin demedi. Çünki, Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlânın Peygamberi idi. Bu sözün, bu dileğin, sebeblere yapışmak olduğunu ve sebeblere yapışmanın Onun dînine uygun olduğunu biliyordu. Allahü teâlâ, sebeblere yapışmağı emr etmekdedir. Resûlullahdan ve şehîdlerden ve sâlih kullardan birşey istemek de, bunun gibidir. Allahü teâlânın onlara ihsân etmiş olduğu kerâmetlerden fâidelenmekdedir. Onlar sebebdir, vâsıtadır, vesîledir. Yaratan ve yapan yalnız Allahü teâlâdır. Velîlerin kerâmeti, Peygamberlerin "salevâtullahi aleyhim ecma’în" üstünlüklerinden, mu’cizelerindendir. Velîler, Peygamberlere uydukları için, onların vâsıtaları ile kerâmetlere kavuşmakdadırlar.
Allahü teâlânın sevdiği kullarına ve herşeyden önce Peygamberlerin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tevessül etmenin, onlardan şefâ’at istemenin câiz olduğunu gösteren âyet-i kerîmelerden birisi de, Bekara sûresinin seksendokuzuncu âyet-i kerîmesidir. Hadîs âlimleri, sözbirliği ile bildiriyorlar ki, bu âyet-i kerîme, Hayber yehûdîleri için gelmişdir. Câhiliyye zemânında, ya’nî Resûlullahdan önce, bu yehûdîler, (Esed) ve (Gatfân) kabîleleri ile harb ediyorlardı. Harb ederken, (Yâ Rabbî! Âhır zemânda göndereceğin Peygamber hakkı için, bize yardım et!) diyerek yalvarıyorlardı. Âhır zemân Peygamberini vesîle ederek, zafer kazanıyorlardı. Fekat, Resûlullah gelip, islâmiyyeti bildirince, kıskandılar, inâd etdiler, inanmadılar. İbn-ül-Kayyım-ı Cevziyye (Bedâyi’-ul-Ferâid) kitâbında diyor ki, yehûdîler, câhiliyye zemânında komşuları olan arablarla harb ederlerdi. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" dünyâya gelmeden önce, onun mubârek vücûdu ile Allahü teâlâdan yardım isterlerdi. Allahü teâlâ, onlara yardım eder, gâlib gelirlerdi. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", dünyâya gelip, islâmiyyeti yaymağa başlayınca, inanmadılar, kâfir oldular. Dünyâya gelmeden önce inanmamış olsalardı, onun sebebi ile yardım istemezlerdi. (Beydâvî) tefsîrinin ba’zı açıklamalarında, Sa’deddîn-i Teftâzânîden şöyle nakl olunuyor ki, Resûlullahın mubârek ismini söyliyerek yardım istiyorlardı. Mubârek ismini, şefâ’atcı ediniyorlardı. Sâlih ve zâhid âlimlerden Takıyyuddîn Husnî, (Mevlid-ün-nebî) kitâbında diyor ki, bir müslimân, Resûlullahın iyi huylarını, yumuşaklığını, afvını ve sabrını öğrenince, Onun Allahü teâlâ yanındaki kıymetini, üstünlüğünü anlayıp, her işinde Onu vesîle eder. Çünki O, şefâ’atcıdır. Allahü teâlâ, Onun şefâ’atini red etmez. Allahü teâlânın sevgilisidir. Onu vesîle kılarak, Onu şefâ’atcı ederek istenilenleri, Allahü teâlâ verir. Allahü teâlâ, bunu Kur’ân-ı kerîmde bildiriyor ve Evliyâsına ilhâm edi– 229 –

yor. Onun ve bütün müslimânların düşmanı olan bile, Onu vesîle kılarak, istediklerine kavuşduklarını, Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. Onu çok sevdiği, çok üstün yapdığı için, onların dileklerini verdim buyuruyor. Abdüllah ibni Abbâs buyuruyor ki, câhiliyye zemânında, Hayber yehûdîleri, Gatfân denilen arab kâfirleri ile döğüşürlerdi. Yehûdîler, mağlûb olurdu. Allahü teâlâya düâ ederek, yâ Rabbî! Âhır zemânda bize göndereceğini söz verdiğin sevgili Peygamberinin hakkı için, hurmeti için, bize yardım et diyerek yalvarırlardı. Her zemân böyle düâ ederek, Gatfân kâfirlerine gâlib gelirlerdi. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı, Peygamber olarak gönderince inanmadılar. Kâfir oldular. Allahü teâlâ, bunu, yukarıdaki âyet-i kerîmede bildirmekdedir. Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlâ yanındaki kıymetine, şerefine ve üstünlüğüne bakınız ki, Onu vesîle eden kâfirlerin bile düâsını kabûl buyurmakdadır. Yehûdîlerin, O sevgili Peygambere en büyük düşman olacaklarını ve O yüce Peygamberi çok inciteceklerini bildiği hâlde, Onu vesîle ederek yapdıkları düâları kabûl buyururdu. Dünyâya teşrîf etmeden önce, şerefi, şefâ’ati böyle olunca, âlemlere rahmet olarak gönderildikden sonra, Onu vesîle ve şefâ’atcı etmenin suç olacağını, hangi akllı, insâflı kimse iddi’â edebilir? Buna inanmıyanların, yehûdîlerden dahâ kötü oldukları anlaşılmakdadır. Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" birincisi olan Âdem aleyhisselâm da, Onu vesîle yaparak düâ edince, düâsı kabûl olmuş idi. Tefsîrler ve hadîs kitâbları, bunu uzun bildirmekdedir. Bunları anlıyanlar, Onu vesîle etmeğe inanmıyanların nasıl kimseler olduklarını iyi anlarlar.
FASL: Peygamberleri "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" ve Evliyâyı "rahime-hümullahü teâlâ" vesîle ve şefâ’atcı yaparak, Allahü teâlâdan istenilen şeylerin hâsıl olması, onların kerâmetinden ve üstünlüklerindendir. Öldükden sonra da kabrlerinde kerâmet sâhibidirler. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimleri, kerâmetin var olduğunu ve kerâmete inanmak vâcib olduğunu sözbirliği ile bildirmişlerdir. Evliyânın kerâmeti olduğunu, Allahü teâlânın kitâbı haber vermekdedir. Âyet-i kerîme, Süleymân aleyhisselâmın, Belkısın kürsîsinin bir ânda, Yemendeki Sebe’ şehrinden Şâma getirilmesini istediğini haber veriyor. Bu kürsî, altın ve kıymetli taşlar ile süslenmişdi. Bunu, Âsâf bin Berhıyâ, bir ânda getirdi. Tahtın hiçbir yeri bozulmadan geldi. Âsâf, Velî idi. Tahtı bir ânda getirmesi, kerâmet oldu. Hazret-i Meryemin kerâmeti de Kur’ân-ı kerîmde, Âl-i İmrân sûresinin otuzyedinci âyetinde bildirilmekdedir. Hazret-i Meryemin yanına Zekeriyyâ aleyhisselâmdan başka kimse girmezdi. Zekeriyyâ "aleyhisselâm", her girişinde hazret-i    Meryemin
– 230 –

yanında tâze meyve görürdü. Bunların Allahü teâlâdan geldiğini söylerdi. Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildiriyor ki, Peygamberlerin mu’cizeleri olduğu gibi, Evliyânın da kerâmetleri vardır. Çünki, Peygamberlere tâbi’ olanları, Onlara uyanları, Allahü teâlâ çok sever. Onlara diri iken de, öldükden sonra da, kerâmetler ihsân eder. Peygamberlerin ve Evliyânın öldükden sonra da, mu’cize ve kerâmet göstermeleri, onların doğru söylediklerini dahâ iyi bildirmekdedir. Çünki, diri iken olan mu’cizeleri ve kerâmetleri gören düşmanlar, kâfirler, bunları başkasından öğrenerek yapıyorlar sanırlar. Fekat, öldükden sonra hâsıl olan mu’cize ve kerâmetler için, öyle sanmak ve söylemek olmaz. Mu’cizeleri ve kerâmetleri, Allahü teâlâ yaratmakdadır. Yalnız Onun kudreti ile olmakdadır. Peygamberlerine ve Velîlerine ihsân ederek, ikrâm ederek, onların sebebi ile, onların şefâ’atleri ile yaratmakdadır. (Mu’cize) Peygamberlerden, (Kerâmet) ise, Peygamberin yolunda olduğu bilinen sâlih mü’minden hâsıl olmakdadır. Peygamberler ma’sûmdur. Hiç günâh işlemezler. Şeytân, Peygamberin şekline giremez. Evliyâ da, Peygamberlerin vârisleridir. Şeytân, onlara da yaklaşamaz. Ömer "radıyallahü anh" ve Abdüllah ibni Mes’ûd "radıyallahü anh" ve dahâ birçok Sahâbeden "radıyallahü anhüm" şeytânın kaçdığı kitâblarda yazılıdır. Alî Uşî Fergânevî "rahmetullahi aleyh" (Bed’ül-emâlî)  kasîdesinde:
Velînin kerâmetleri dünyâda, Vardır, onlar ihsân sâhibleridir.
buyuruyor. Anlayışlı, akllı kimseler için bu beytde takılacak birşey yokdur. Çünki, Velîlerin kerâmetleri dünyâda hâsıl olur demekdedir. Çünki, Ehl-i sünnet ile mu’tezile arasında dünyâdaki kerâmet için ayrılık olmuşdur. Onlar dünyâda kerâmet olmaz dedi. Kerâmet olursa, mu’cize ile karışır. Peygamber ile Velî ayrılamaz sandılar. Ehl-i sünnete göre, mu’cize sâhibinin, Peygamber olduğunu bildirmesi lâzımdır. Kerâmet sâhibinin, Velî olduğunu söylemesi yasakdır. Söylerse, Velî olmadığı anlaşılır. Mezhebsizler, bunu anlasalardı, zındıkların, yalancıların çirkin sözlerini ileri sürerek, Evliyâya dil uzatamazlardı. Yukarıdaki beyt, Velînin kerâmetleri, dünyâda da vardır. Kendilerinden istenilen şeyleri ve şefâ’at etmelerini, Allahü teâlâ dilek sâhiblerine ihsân eder demekdir. Anlayışı az olanlar, yukarıdaki beyti, Velînin yalnız dünyâda iken kerâmeti olur sanıyor. Velî ölünce, kerâmeti olmaz diyorlar. Böyle anlamak yanlışdır. Çünki, derin âlimler, meselâ Şerefüddîn

Halîl Neccârî Yemenî hanefî[1] (Nefîs-ür-riyâd) ismindeki Emâlî kasîdesi şerhinde ve Eşbâh muhşîsi şeyh Ahmed [ve Kâmûs mütercimi Ahmed Âsım Efendi "rahmetullahi aleyh" Emâlî kasîdesini şerh ederken] bu beyti bizim bildirdiğimiz gibi açıklamışlardır. Hattâ insanlar, kıyâmet kopuncaya kadar, ya’nî âhıret hayâtı başlayıncaya kadar, dünyâdadırlar denir. Muhammed bin Süleymân Halebî Reyhâvî "rahmetullahi aleyh", Emâlî kasîdesinin şerhi olan (Nuhbet-ül-leâlî) kitâbında da, bunu uzun açıklamakdadır.
Velîlerin, öldükden sonra, sayılamıyacak kadar çok kerâmetleri görülmüşdür. Âlimler bunları, sözbirliği ile bildirmişlerdir. Burada yalnız birkaç dânesini bildireceğiz: (Buhârî) kitâbında diyor ki, Eshâb-ı kirâmdan Âsım "radıyallahü anh", hiçbir müşrike dokunmamak için ve hiçbir müşrikin de kendisine dokunmaması için, Allahü teâlâya söz vermiş idi. Kâfirler kendisini şehîd edince, yanına yaklaşmak istediler. Cenâb-ı Hak, arılar göndererek Âsımı korudu. Arılar, o kadar çokdu ki, müşrikler yanına yaklaşamadılar. Bu, Âsıma ölümünden sonra ihsân edilen kerâmet idi. Eshâb-ı kirâmdan Hubeybi kâfirler yakaladı. Muhammed yalancıdır dersen seni bırakırız. Böyle söylemezsen öldürürüz dediler. Muhammed aleyhisselâmın mubârek ayağına bir diken batmaması için, cânımı fedâ ederim buyurdu. Şehîd etdiler. Birkaç Sahâbî gece gelip, şehîdin ipini kesdiler. [Alıp kaçırırlarken] Yere düşdü. Yerde göremediler. Nereye gitdiğini anlıyamadılar. Hanzala ismindeki Sahâbî, Resûlullah ile gazâya gitmek için acele etdi. Gusl abdesti almağa vakt bulamadı. Şehîd oldu. Kendisini melekler yıkadı. Bunun için, (Gasîl-ül-Melâike) adı ile meşhûr oldu. Bunların hepsi, (Buhârî) kitâbında yazılıdır. Muhammed bin Abdüllah Tebrîzî şâfi’î[2] (Mişkât) kitâbında diyor ki, Âişe "radıyallahü anhâ" buyurdu ki, Habeş pâdişâhı (Necâşî) îmâna geldi. Kabri üzerinde her zemân nûr parladığını çok kimseden işitdim. Hazret-i Alînin kardeşi olan Ca’fer, şehîd oldukdan sonra, Yemendeki (Bîşe) şehrine meleklerle giderek yağmur yağacağını müjdelediğini Resûlullah haber verdi. Bunu yukarıda bildirmişdik. Hazret-i Hüseynin "radıyallahü anh" mubârek başı yanında kâri’, ya’nî hâfız, (Kehf) sûresini okuyordu. (Eshâb-ı Kehf, bizim âyetlerimizden şaşırıp kaldı) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyunca, mubârek başdan, (Beni öldürmek ve sürüklemek, Eshâb-ı Kehfden dahâ çok şaşılacak bir şeydir) sesi işitildi. Nasr-ül-Hazâî Me’mûn halîfe tarafından asıl[1]  Halîl Yemenî 332 [m. 943] de vefât etdi.
[2] Tebrîzî 749 [m. 1348] de vefât etdi.

mışdı. Elinde mızrak olan biri, yanına bırakılıp, Nasrın yüzünü kıbleden çevirmesi emr olunmuşdu. Gece karanlık basınca, mubârek yüzü kıbleye döndü. O sırada (Ankebût) sûresinin (Îmân etdik diyenlerin kendi hâline bırakıldıkları mı sanıldı) meâl-i şerîfindeki ikinci âyet-i kerîmesini okuduğu işitildi. Bir kabrde (Mülk) sûresinin sonuna kadar okunduğu işitildi. Bunu yukarıda yazmışdık. Bu haberlerin hepsi doğrudur. Hadîs âlimleri bildirmişdir.
İbni Asâkir Alî[1] bildiriyor ki, Umeyr bin Habbab Selemî dedi ki, sekiz arkadaşımla birlikde, Emevîler zemânında rumlara esîr olduk. Bizi, Rum kayserine götürdüler. Bunların boynunu vurunuz emrini verdi. Önce öldürülmek için arkadaşlarımın önüne geçdim. Papaslar bana acıdı. Benim bu hâlime şaşırdılar. Beni afv etmesi için Kayserin elini ayağını öpdüler. Papasın biri, beni evine götürdü. Güzel bir kızı yanıma getirdi. Bu benim kızımdır. Sana nikâh ediyorum dedi ve bizim dînimize gir dedi. Zevce için ve mal için dînimi bırakmam dedim. Birkaç gün geçdi. Bir gece, papasın kızı beni bağçeye çağırdı. Babamın dediğini niçin yapmıyorsun dedi. Ben, kadın için, mal için dînimden dönmem dedim. Burada kalmak mı, yoksa memleketine gitmek mi istersin dedi. Memleketime gitmek isterim, dedim. Gökde bir yıldız gösterdi. Geceleri bu yıldıza doğru git, gündüzleri gizlen! Böylece vatanına kavuşursun dedi ve yanımdan ayrıldı: Üç gece yürüdüm. Dördüncü günü saklanmışdım. Sesler işitdim. Umeyr, Umeyr diyerek beni çağırıyorlardı. Bakdım. Şehîd olan arkadaşlarımı gördüm. Siz şehîd olmadınız mı? Evet olduk. Fekat, Allahü teâlâ şimdi şehîdlere emr etdi. Ömer bin Abdül’azîzin "rahmetullahi aleyh" cenâzesinde bulununuz dedi. At üzerinde idiler. İçlerinden biri, yâ Umeyr! Elini uzat dedi. Elimi uzatdım. Beni arkasına oturtdu. Sür’at ile gitdik. Kendimi, Elcezîrede evimin yanında buldum dedi.
Abdürrahmân ibnül Cevzî[2] diyor ki, Ebû Alî Berberî, Şâmdan Tarsûsa ilk olarak gidip yerleşen üç kişiden biridir. Rumlarla gazâ ediyordu. Arkadaşları ile birlikde esîr oldu. Umeyrin başına gelenler, bunlara da oldu. İki arkadaşını şehîd etdiler. Papaslardan biri, bunu kurtarıp evine götürdü. Bunu aldatmak için, kızını araya koydu. Fekat Allahü teâlâ, kıza hidâyet ihsân eyledi. İkisi yola çıkdılar, gündüz saklandılar. Ayak sesi duydular. Şehîd olan iki arkadaşını gördü. Yanlarında melekler vardı. İki arkadaşına se[1] İbni Asâkir 571 [m. 1176] da Şâmda vefât etdi. [2]  İbnül-Cevzî hanbelî 597 [m. 1202] de vefât etdi.

lâm verdi. Hâllerini sordu. Allahü teâlâ, bizi sana gönderdi. Bu kız ile nikâhında sana şâhid olacağız dediler. Nikâhdan sonra gitdiler. Bunlar Şâma geldi. Berâber çok yaşadılar. Bu hâl, Şâmda yayıldı. [Muhammed Ma’sûm-ı Fârûkî Serhendî, 1068 [m. 1658] senesi ibtidâsında, Hindistândan ayrılarak, deniz yolu ile, önce Medîne-i münevvereye, sonra Receb başında Mekke-i mükerremeye geldi. Mubârek oğulları ile, hac yaparak, 1069 başında Hindistâna avdet eyledi. Bu bir sene içinde, Cennetül mu’allâda ve Cennetül Bakîde ziyâret etdiği zevât-ı kirâm ve Hucre-i se’âdeti ziyâretinde Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", mubârek bedenleri ile görünerek, verdikleri müjdeleri hergün oğullarına haber vermişdir. Bunlardan Muhammed Ubeydüllah, bu haberleri arabî olarak toplamış, hâsıl olan risâleye (Yevâkît-ül-haremeyn) ismini vermişdir. Üç sene sonra fârisîye terceme edilmişdir.] İbni Ebiddünyânın kitâbında böyle vak’alar ve ölülerin kabr hayâtı yazılıdır. Ebû Nu’aymın (Hilye) kitâbında ve İbn-ül-Cevzînin (Safvet-üs-Safve) ve (Uyûn-ül-Hikâyât) kitâblarında ve dahâ birçok kitâblarda yazılıdır. İbni Teymiyye ve İbn-ül-Kayyım-i Cevziyye de, Evliyânın kerâmetlerini güzel yazmışlardır.
[Şâfi’î âlimlerinin büyüklerinden İsmâ’îl Mûsulî "rahmetullahi aleyh", (Müzîl-ül-şübühât fî-isbât-il-Kerâmât) kitâbında, Evliyânın kerâmet sâhibi olduklarını vesîkalarla isbât etmekdedir. Kendisi, 654 [m. 1255] de vefât etmişdir.]
Hanefî mezhebindeki birkaç din adamının ve vehhâbîlerin, Evliyânın az zemânda uzak yerlere gitmelerine inanmamaları şaşılacak şeydir. Bu da, çeşidli kerâmetlerden biridir. Hanefî âlimleri, fıkh ve akâid kitâblarında bunlara güzel cevâb vermişlerdir. Meselâ, garbda bulunan bir kimse, şarkda bulunan bir kadınla evlense, zevcesinden uzun zemân uzak kalsa, birkaç sene sonra, zevcesi hâmile kalsa, doğacak çocuk, bu adamın olur dediler. Çünki, (tayy-ı mekân) ile zevcesinin yanına gelmesi, mümkindir. Böyle kerâmet sâhibi olması câizdir dediler. Fıkh âlimleri, bunu sözbirliği ile bildirmekdedir. Akâid kitâblarında da yazılıdır. (Vehbâniyye) kitâbında, tayy-ı mesâfe, ya’nî bir ânda uzak yere gitmek, Evliyâya ihsân olunan kerâmetlerdendir. Buna inanmak vâcibdir demekdedir. (Nesefî)de, (Fıkh-ı ekber)de ve (Sivâd-ı A’zam) ve (Vasıyyet-i Ebû Yûsüf)de ve bunların şerhlerinde ve (Mevâkıf) ve (Mekâsıd) kitâblarında ve bunların şerhlerinde [ve (İbni Âbidîn)de] de yazılıdır. Buna nasıl inanılmaz ki, âyet-i kerîmede açıkca bildirilmişdir. Ehl-i sünnet âlimleri, âyet-i kerîmeden alarak yazmışlardır. Kerâmete inanmak, vâcibdir demişlerdir. Âyet-i  kerîmede bildirilen (Belkıs)ın arşının bir ânda Şâma getirilmesi, tayy-ı mesâfenin kerâmet olduğunu göstermekdedir.
Hakîm-i Semerkandî İshak bin Muhammedin "rahimehullahü teâlâ[1] (Es-Sivâd-ül-A’zam) kitâbının otuzikinci maddesinde, Evliyânın kerâmeti çok güzel anlatılmakdadır. Burada bildirmeği uygun gördük:
Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Evliyânın kerâmetine inanmıyan, bid’at sâhibi, sapık olur. Evliyânın kerâmetine inanmamak iki dürlü olur: Kerâmetleri bildiren âyet-i kerîmelere inanmıyorsa, kâfir olur. Bu âyet-i kerîmelere inanır, fekat onlar Peygamber idi derse, yine kâfir olur. Âyet-i kerîmelere inanır ve onlar Peygamber idi demezse ve âyet-i kerîmeler, Evliyânın kerâmetlerini bildiriyor demesi câiz olur. Çünki, Allahü teâlâ, yukarıda bildirdiğimiz âyet-i kerîmede, Belkısın arşını bir ânda getirenin ilm sâhibi olduğunu bildiriyor. Bu da, Âsâf bin Berhıyâ idi. Velî idi. Peygamber değildi. Süleymân aleyhisselâmın ümmetinden idi. Süleymân aleyhisselâmın ümmetinden birinin kerâmeti, Kur’ân-ı kerîmde bildiriliyor da, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin kerâmetlerine niçin inanılmasın? Muhammed aleyhisselâm, Süleymân aleyhisselâmdan elbet dahâ üstündür. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti de, Süleymân aleyhisselâmın ümmetinden elbet dahâ üstündür. Mezhebsizler, bu sözümüze karşılık, bu kerâmet Süleymân aleyhisselâmın idi derse, ona deriz ki, bu ümmetin Evliyâsının kerâmeti de, Muhammed aleyhisselâmdandır. Meryem sûresinin yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Hurma kütüğünü kendine doğru çek! Sana ondan tâze hurma düşer) buyuruldu. Allahü teâlâ, hurma kütüğünden, hazret-i Meryem için meyve çıkardığını bildiriyor. Hazret-i Meryem, Peygamber değildi. Zekeriyyâ aleyhisselâmın, hazret-i Meryemin yanında gördüğü meyveler ve Eshâb-ı Kehf vak’ası hep kerâmet idi. Bu kerâmetlerin sâhibleri Peygamber değildiler. Önce gelen Peygamberlerin ümmetlerinde, kerâmet sâhibi Velîler bulunuyor da, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinde kerâmet sâhibi Evliyâ niçin bulunmasın? Âl-i İmrân sûresinin yüzonuncu âyetinde meâlen, (Siz, ümmetlerin en iyisi oldunuz) buyuruldu. Kerâmete inanmıyanlar bu sözümüze karşılık, bir kimsenin bir gecede Kâ’beye gidip gelmesi olamaz derse, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", bir ânda yedi kat göklere ve Allahü teâlânın dilediği yerlere götürülüp getirildi. Bundan büyük


[1]  Semerkandî 342 [m. 953] de vefât etdi.

kerâmet olur mu? Yine deriz ki, mü’min mi kıymetlidir, kâfir mi? Kâfirlerden birinin bir ânda şarkdan garba gidip geldiğini işitiyoruz ve inanıyoruz. Bu kâfir bildiğimiz iblîsdir. Bu kâfire verilen şey, Allahü teâlânın sevgili kullarına niçin verilmez olsun? Bunu iyi düşünmek ve insaflı konuşmak lâzımdır. (Sivâd-ül A’zam) kitâbının şerhinden terceme burada temâm oldu. İbni Teymiyye ve başkaları bildiriyor ki, Evliyânın kerâmetlerine inanmıyanlar, hâricîler ve mu’tezilî ve ba’zı şîîlerdir. Çünki, bu sapıkların kerâmetleri yokdur. Kerâmet sâhibleri de yokdur. Bunun için, görmüyorlar, işitmiyorlar ve inanmıyorlar.
(Feth-ul-mecîd) ismindeki vehhâbî kitâbına cevâb olarak, Dâvüd bin Süleymânın (Minhat-ül-Vehbiyye fî Redd-il-Vehhâbiyye) kitâbından yapdığımız terceme burada temâm oldu. Bu hayrlı sebeb ile, kitâbın temâmı terceme edilmiş  oldu.
[Hasen-i Basrî 110 [m. 727] de Basrada, Ebû Kılâbe Abdülmelik 276 [m. 889] da Bağdâdda, Sa’düddîn-i Teftâzânî Mes’ûd şâfi’î 792 [m. 1389] de Semerkandda, Alî Ûşî 575 [m. 1180] de, Şerefüddîn Halîl Neccârî Yemenî 632 [m. 1235] de, Seyyid Ahmed Âsım efendi Ayntâbî 1235 [m. 1820] de İstanbulda, Muhammed bin Süleymân Halebî Reyhâvî 1228 [m. 1813] de, halîfe Memûn bin Hârûn 218 [m. 833] de ve Dâvüd bin Süleymân Bağdâdî 1299 [m. 1881] de vefât etmişdir "rahmetullahi aleyhim ecma’în"].
Abdülganî Nablüsî (Keşf-ün-Nûr min-Eshâb-il-kubûr) kitâbında buyuruyor ki, Allahü teâlâ, kendisine yaklaşmış olan kullarına kerâmetler ihsân etmişdir. (Kerâmet), Evliyâ denilen insanlarda Allahü teâlânın yaratdığı, âdet ve fen bilgileri dışında olan şeylerdir. Allahü teâlâ, kendi kudreti ile ve irâdesi ile, ya’nî dilediği zemân, bu şeyleri, bu kullarında yaratmakdadır. Kulun kudretini de Allahü teâlâ yaratmakdadır. Bu şeylerin yaratılmasında, kulun kudretinin ve irâdesinin te’sîri yokdur. Kulun irâdesi ve kudreti, kerâmetlerin yaratılmasına ancak sebeb olmakdadır. Kul, istediği zemân, kendi kuvveti ile kerâmet yapar diyen kimse ve böyle inanan kimse kâfir olur.
Kendisinde kerâmet hâsıl olan Velî, bu kerâmetin yalnız Allahü teâlânın dileği ile ve kudreti ile yaratıldığını, kendi dileğinin ve kudretinin hiçbir te’sîri olmadığını bilmekdedir. Bunun gibi, kendi bedenindeki, görmek, işitmek, tad almak, sertlik, sıcaklık duymak, düşünmek, ezberlemek, hâtırlamak gibi duygularının ve iç ve dış organlarının hareketlerinin, hâsılı bütün işlerinin hep Allahü teâlânın dilemesi ile ve kudreti ile ve yaratması ile olduğunu her an bilmekdedir. Evliyâlık da, bu demekdir. Ya’nî, böyle olduğunu her an bilen ve inanan kimse, Allaha yakîn olmuş, Velî olmuşdur. Bu bilgisi, her an bütün varlığını kaplamakdadır. Allahü teâlâ, Velîsine ba’zan gaflet verir. Bu bilgisini unutdurur. Bu zemân, Velîliği kalmaz ise de, önceki zemânlarında Velî olduğu için, böyle zemânlarda da, kendisine Velî denilir. Bunun gibi, îmânı olan insana mü’min denildiği için, uyku zemânında, gaflet hâlinde olduğu zemân da, kendisine mü’min denilmekdedir. Bu gaflet zemânı, Evliyânın aşağı hâlleridir. Allahü teâlânın (Sen elbette ölüsün. Onlar da ölüdürler!) buyurduğu ölü olmak hâli de bunun gibidir. Bunun için Velîler "rahime-hümullahü teâlâ", her şeylerinin Allahü teâlâdan olduğunu anlamaları hâllerine [(Fenâ fillah) veyâ] (mevt-i ihtiyârî) demişlerdir. Hadîs-i şerîfde, (Kendini tanıyan, Rabbini tanımış olur) buyuruldu. Bütün hareketlerinin ve işlerinin, görünen ve görünmiyen kuvvetlerinin kendisinden olmadığını, başka bir irâde ve kudret sâhibi tarafından meydâna getirildiğini anlıyan kimse, bu kudret sâhibi olan Allahü teâlâyı tanımış olur. Allahü teâlânın emr etdiği farzların hepsini yapan ve ayrıca Muhammed aleyhisselâmın ibâdetlerini, yaşayışını, hâllerini, ya’nî nâfile ibâdetleri de yapan bir müslimân Allaha yaklaşır, Velî olur. Duyguları ve hareketleri kendisinden değil, Allahü teâlâdan olduğu meydâna çıkar. Böyle olduğunu bildiren hadîs-i şerîf, tesavvuf kitâblarında yazılıdır.
Âriflere göre, Velî olmak için, kendisinin (Mevt-i ihtiyârî) denilen bir mevt ile ölü olduğunu bilmek lâzımdır. Velîlerde "rahime-hümullahü teâlâ" kerâmetin hâsıl olması için, böyle ölü olmaları lâzımdır. Böyle olduğunu anlayan kimse, meyyitde kerâmet olmaz diyebilir mi? Câhiller, gâfiller, kendi işlerini kendi irâdeleri ile ve kudretleri ile yapdıklarını sanırlar. Herşeyi Allahü teâlânın yaratdığını unuturlar.
Evliyânın, öldükden sonra da kerâmet sâhibi olduklarını fıkh kitâbları da bildirmekdedir. Hanefî mezhebinde kabr üzerine basmak, oturmak, uyumak, abdest bozmak mekrûhdur. Çünki bunlar ihânet, hakâret etmekdir. Hadîs-i şerîfde, (Kabr üzerine basmakdansa, ateşe basmağı tercîh ederim) buyuruldu. Bu sözler, insana öldükden sonra da saygı göstermek lâzım olduğunu bildiriyorlar. Ya’nî dînimiz, ölülerin kerâmet sâhibi ya’nî muhterem olduklarını bildiriyor. Kerâmet, âdet hârici yapılan iş demek olduğunu yukarıda bildirmişdik. İnsanın yer yüzünde yürümesi, oturması âdet olduğu için, mü’minin kabri üzerine basılmaması, oturulmaması, o– 237 –

na kerâmet ya’nî ikrâm ve ihsân olmakdadır. Her mü’mine öldükden sonra böyle kerâmet veren dînimiz, ilm, irfân sâhibi olan Evliyâya dahâ kıymetli kerâmetler de ihsân olunacağını göstermekdedir.
Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" (Bakî’) kabristânını ziyâret eder, mezâr yanında ayakda düâ ederdi. Bu da, ölülerin kerâmet sâhibi olduklarını göstermekdedir. Çünki, mü’minin kabri başında yapılan düânın kabûl olacağını bilmeseydi, orada düâ etmezdi. Mü’minin kabri başında düânın kabûl olması, onun kerâmet sâhibi olduğunu göstermekdedir. Her mü’min için böyle kerâmet olunca, Evliyâ için "rahime-hümullahü teâlâ" dahâ çok olacağı meydândadır.
Mü’min ölünce, onu yıkamak, kefenlemek ve defn etmek lâzımdır. Dînimiz bunu emr etmekdedir. Bu emr, mü’minin öldükden sonra da, kerâmet sâhibi olduğunu göstermekdedir. Kâfirlerin ve hayvanların ölülerinde bu kerâmet yokdur.
Mü’min ölürken necâsetlenmekdedir. Onu bu necâsetden kurtarmak, temizlemek için yıkamak emr olundu. Bu emr, mü’minin öldükden sonra da kerâmet sâhibi olduğunu göstermekdedir.
(Câmi’ul-fetâvâ) kitâbında âlimlerin ve seyyidlerin mezârları üzerine binâ, türbe yapmak mekrûh değildir diyor. Yine bu kitâbda, ölü yıkayanın temiz olması lâzımdır. Cünüb olması mekrûhdur diyor. Bu da, her mü’minin öldükden sonra kerâmet sâhibi olduğunu göstermekdedir. Hâlbuki, diri iken her mü’min kerâmet sâhibi olmaz. Yalnız Evliyâ diri iken de kerâmet sâhibidir. İmâm-ı Abdüllah Nesefînin "rahime-hullahü teâlâ" (Umdet-ül-i’tikâd) kitâbında, (Her mü’min uykuda da mü’min olduğu gibi, öldükden sonra da mü’mindir. Bunun gibi Peygamberler, öldükden sonra da Peygamberdirler. Çünki, Peygamber olan ve îmân sâhibi olan rûhdur. İnsan ölünce, rûhunda bir değişiklik olmaz) demekdedir. İnsan, beden demek değildir. İnsan rûh demekdir. Beden, rûhun konak yeridir. Kıymetli olan, ev değil, evde oturanlardır. Cebrâîl aleyhisselâm, Peygamber efendimize insan şeklinde görünürdü. Ekseriye, Dıhye ismindeki sahâbî şeklinde görünürdü. Eshâb-ı kirâmdan ba’zıları da, Cebrâîl aleyhisselâmı insan şeklinde gördüler. Cebrâîl aleyhisselâm insan şeklinden çıkarak, kendi şekline girince, rûh gibi olunca, yok oluyor denilemez. Şekl değişdirdi denilir. İnsan rûhu da, bunun gibidir. İnsan ölünce, rûhu bir âlemden başka âleme geçmekdedir. Rûhun böyle değişikliğe uğraması, kerâmetinin kalmıyacağını göstermez. [(Câmi-ul-fetâvâ)nın yazarı Muhammed Semerkandî hanefî 556 [m. 1162] da, Abdüllah Nesefî
– 238 –

hanefî 710 [m. 1310] da Bağdâdda vefât etdi.]
Evliyânın öldükden sonra da kerâmet sâhibi olduklarını bildiren bir çok vak’a ve hikâyeler kitâblarda yazılıdır. Meselâ, büyük Velî, Muhyiddîn-i Arabînin (Rûh-ul-Kuds) kitâbında, Ebû Abdüllah bin Zeyn-ül-bürî İşbilînin çeşidli kerâmetleri yazılıdır. Bir gece, Ebül Kâsım bin Hamdin ismindeki kimsenin imâm-ı Muhammed Gazâlîyi red eden, kötüliyen bir kitâbı okurken, gözleri kör oldu. Hemen secde edip yalvardı. Bu kitâbı hiç okumıyacağına yemîn etdi. Allahü teâlâ kabûl buyurup, görmek ihsân eyledi. Bu da, imâm-ı Gazâlînin öldükden sonra olan bir kerâmetini göstermekdedir.
İmâm-ı Yâfi’î (Ravdur-Riyâhîn) kitâbında diyor ki, Evliyâdan biri, kabrdekilerin derecelerinin kendisine gösterilmesi için düâ etdi. Bir gece çeşidli kabrler gösterildi. Kimi tahta üzerinde, kimi ipek yatakda, kimi kokulu çiçekler arasında, kimi sevinçli, kimi ağlar, kimi güler idi. Bir ses işitdi. Bu hâlleri, dünyâdaki amellerinin karşılığıdır diyordu. Güzel huylular, şehîdler, nâfile orucları da tutanlar, Allahü teâlâ için sevişenler, günâh işleyenler, tevbe edenler, ayrı ayrı hâlde idiler. Mezârdakilerin hâlleri ba’zı Evliyâya uykuda, ba’zılarına da uyanık hâlde iken gösterilir. İmâm-ı Yâfi’înin "rahmetullahi aleyh" (Kifâyet-ül-Mu’tekad) kitâbında, ba’zı Evliyânın babasının mezârına gidip konuşdukları yazılıdır.
Elkâî, (Es-sünnet) kitâbında, Yahyâ bin Mu’în diyor ki, inandığım, güvendiğim mezârcı bir arkadaşım dedi ki, şaşılacak çok şeyler gördüm. En çok şaşdığım şey, bir meyyitin, müezzinin ezânını tekrâr etdiğini işitdim dedi. [Hibetullah Elkâî "rahmetullahi aleyh" 418 [m. 1027] de vefât etdi.]
Ebû Nu’aym, (Hilye) kitâbında diyor ki, Şeybân bin Cisrden işitdim. Sâbit-ül-benânîyi mezâra koyduk. Hamîd-üt-tavîl de yanımda idi, kabrin kerpici düşdü. Sâbitin kabrde nemâz kıldığını gördüm. Sâbit diri iken, her zemân, (Yâ Rabbî! Bir kuluna kabrde nemâz kılmak kerâmetini ihsân edersen, bana da ihsân et!) diyerek düâ ederdi. [Abdüllah Yâfi’î 768 [m. 1367] de Mekkede, Yahyâ bin Mu’în Bağdâdî şâfi’î 233 [m. 848] de Medînede, Ebû Nu’aym İsfehânî 430 [m. 1038] de vefât etdi "rahmetullahi aleyhim ecma’în".]
İmâm-ı Tirmüzî ve Hâkim ve Beyhekî bildiriyorlar: Abdüllah ibni Abbâs söyledi ki, birkaç Sahâbî yolculukda bir çadır kurduk. Burada kabr olduğunu bilmiyorduk. Birisinin sûre-i Mülkü başından sonuna kadar okuduğunu işitdik. Medîneye gelince, bunu Re– 239 –

sûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" söyledik. (Bu sûre, meyyiti kabrdeki azâbdan kurtarır) buyurdu. Ebül-Kâsım Sa’dî, (İsfâh) kitâbında, bunu anlatıyor ve bu, meyyitin kabrde Kur’ân okuduğunu isbât  etmekdedir diyor.
İbni Mendeh haber veriyor: Talhâ, Ubeydullahdan haber veriyor ki, ormanda idim. Akşam oldu. Abdüllah bin Âmir bin Hizâmın kabri yanında oturdum. Kabrde çok güzel sesle Kur’ân okuduğunu işitdim. Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" haber verdim. (Bunu okuyan Abdüllahdır. Allahü teâlâ rûhları kabz edince, Cennetdeki yerlerinde muhâfaza olunur. Her gece, sabâha kadar, kabrlerine bırakılır) buyurdu. [Muhammed ibni Mendeh "rahmetullahi aleyh" 395 [m. 1005] de vefât etdi.]
İnsan ölünce, rûh da ölmez. Rûh bedenden başka bir varlıkdır. Mezârdaki beden ile, toprak oldukdan sonra da, ilgisi yok olmaz. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumamış olan câhiller ve mezhebsizler ve Cehenneme gidecekleri bildirilmiş yetmişiki fırkadan olan sapıklar, rûhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu bilmiyorlar. İnsan ölünce, hareketi yok olduğu gibi, rûhun da bedenin bir sıfatı, özelliği olduğunu, hareketin yok olduğu gibi rûhun da yok olacağını sanıyorlar. Evliyâ da, her insan gibi, ölür, toprak olur, insanlığı ve rûhâniyyeti kalmaz diyorlar. Mevtâlarına hurmet etmiyorlar. Hakâret ediyorlar. Evliyânın kabrini ziyâret ederek, onlarla bereketlenmeği, tevessül etmeği inkâr ediyorlar. Bir gün Velî Arslan Dımışkînin kabrini ziyârete gidiyordum. Sapıklardan birisi, toprak ziyâret olunur mu dedi. Buna çok şaşdım. Müslimân olduğunu bildiren bir kimsenin böyle söylemesine çok üzüldüm.
Hadîs-i şerîfde, (Kabr, yâ Cennet bağçelerinden bir bağçedir. Yâhud Cehennem çukurlarından bir çukurdur) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, rûhların, çürümüş cesedlerle birleşdiklerini açıkca bildirmekdedir. Mü’minlerin mezârlarının muhterem, mubârek olduğunu göstermekdedir. Âlime hakâret edenin, düşmanlık edenin kâfir olmasından korkulur.
Meyyitler de, diriler de Allahın mahlûklarıdır. Hiçbirinin, hiçbir şeye te’sîri yokdur. Herşeye te’sîr eden, yalnız Allahü teâlâdır. Fekat, mü’minin ölüsüne de, dirisine de ta’zîm, saygı göstermek vâcibdir. Çünki, mü’minlerin ölüleri de, dirileri de, Allahü teâlânın (Şe’âir)i oldukları için, ta’zîm edilmelerini Kur’ân-ı kerîm emr etmekdedir. Hac sûresinin otuzikinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın şe’âirini ta’zîm etmek, kalblerin takvâsından dolayıdır) buyuruldu. Şe’âir, Allahü teâlâyı hâtırlatan, bildiren şeyler demekdir. Âlimlerin, sâlihlerin ölüleri ve dirileri şe’âirdir.
– 240 –

Âlimleri, Velîleri ta’zîm etmek, bunlara saygı göstermek, çeşidli şeklde olur. Bunlardan biri, kendilerine tahtadan tabut yapmak ve mezârları üzerine kubbe yapmakdır. Sarıklarının büyük olması, elbiselerinin geniş ve temiz olması da bunları ta’zîm etmek içindir. (Câmi’ul-Fetâvâ)da Âlimlerin, Velîlerin, Seyyidlerin mezârları üzerine binâ, türbe yapmanın mekrûh olmadığı yazılıdır. Evliyânın kabrlerine nefret edilmemek, saygı göstermek için sanduka, örtü ve sarık koymak, bunları kabr sâhiblerini hakâretden korumak, ta’zîm ve saygıya sebeb olmak niyyeti ile yapmak, bize göre câizdir. Selef-i sâlihîn "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în" zemânında bunlar yapılmazdı. Fekat, o zemân herkes kabrlere hurmet ederdi. Fıkh kitâblarında vedâ’ tavâfından sonra, geri geri giderek, Mescid-il-harâmdan çıkmalıdır. Böyle çıkmakla, Kâ’beye ta’zîm edilmiş olur yazılıdır. Selef-i sâlihîn, geri geri çıkmazdı. Fekat onlar, Kâ’beyi ta’zîm etmekde kusûr yapmazlardı. Kâ’beye örtü koymak eskiden yokdu. Buna sonradan fetvâ verildi, meşrû’ oldu. Kabrler üzerini örtmek de, bunun gibi meşrû’ olmakdadır. Hadîs-i şerîfde, (Bir kimse güzel, ya’nî islâmiyyete uygun çığır açarsa, bu yolda bulunanların her birine verilen sevâb gibi, buna da verilir) buyuruldu.
(Câmi’ul-Fetâvâ)da diyor ki: (Kabr üzerine el koymanın sünnet veyâ müstehab olduğunu bildiren bir haber görmedik. Câiz olmadığını da söyleyemeyiz). Bunların harâm olduğunu söyleyenlerin hiçbir delîli, vesîkası yokdur. Bunlara harâm diyebilmek için, (Edille-i erbe’a)nın birinden, ya’nî (Kur’ân-ı kerîm)den veyâ (Hadîs-i şerîf)den veyâ (İcmâ’ı Ümmet)den yâhud (Kıyâs-ı Fükahâ)dan birinden bir delîl göstermek lâzımdır. Müctehid olmıyanların yapdıkları kıyâsların, delîllerin hiç kıymeti yokdur. Ba’zı câhiller, Evliyânın kabrlerine hurmet edilirse, onlardan bereket ve yardım istenirse, bunların dilediklerini yapacaklarını, Allahü teâlâ gibi te’sîr edeceklerini zan edenler olur. Böylece, kâfir olurlar, müşrik olurlar. Bunun için mâni’ oluyoruz ve kabrlerini, türbelerini yıkıyoruz. Onlara böylece hakâret edince, herkes bunların birşey yapamadıklarını, kendilerini hakâretden kurtaramadıklarını anlıyarak, kâfir olmakdan, müşrik olmakdan kurtulurlar diyorlar. Sapıkların bu sözleri küfrdür. Fir’avnın sözüne benzemekdedir. Mü’min sûresinin yirmialtıncı âyetinde meâlen, (Bırakınız Mûsâyı öldüreyim. O, Rabbine yalvararak, kendini benden kurtarsın. Onun dîninizi değişdireceğinden ve yer yüzünde fesâd çıkaracağından korkuyorum) buyuruldu. Bu câhiller, Allahü teâlânın Evliyâyı sevdiğini ve sevdiklerinin düâlarını kabûl edeceğini ve öldükden  sonra rûhlarının dileklerini yaratacağını inkâr ediyorlar.    Zan
– 241 – Kıyâmet ve Âhıret F:16

ile, şübhe ile, vehm ile ve hayâl ile konuşuyorlar. Hakkı bâtıldan fark edemiyorlar. Müslimân olan kimse, bin seneden beri gelen (Ümmet-i Muhammediyye)nin dalâletde olduklarını söyliyemez. Bunlara sû-i zan edemez. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" münâfıkların hepsini, ya’nî kâfir oldukları hâlde müslimân görünenleri bildiği hâlde, hiçbirini açığa vurmazdı. Soranlara, (Biz söze, işe, görünüşe bakarız. Kalbleri ancak Allahü teâlâ bilir) buyururdu. (Keşf-ün-nûr) kitâbından terceme temâm  oldu.
Bir müslimânın bir sözünde veyâ bir işinde yüz ma’nâ olsa, ya’nî yüz şey anlaşılsa, bunlardan biri, o kimsenin îmânlı olduğunu gösterse, doksan dokuzu ise, kâfir olduğunu gösterse, bu kimsenin müslimân olduğunu söylememiz lâzımdır. Ya’nî, küfrü gösteren doksan dokuz ma’nâya bakılmaz. Îmânı gösteren bir ma’nâya bakılır. Bunun için müslimânlara kâfir dememeli, müşrik dememelidir. Müslimânlara sû-i zan etmemelidir. Bu sözümüzü yanlış anlamamalı! Bunu yanlış anlamamak için, iki noktaya dikkat etmek lâzımdır. Birincisi, söz veyâ iş sâhibinin müslimân olduğu bildirildi. Yoksa, bir kâfirin, değil bir sözü veyâ değil bir işi, birçok sözleri ve işleri îmânı gösterse de, bu kâfire müslimân oldu denilemez. Bir fransız, Kur’ân-ı kerîmi överse, bir ingiliz, Allah birdir derse, bir alman felsefecisi, en iyi din, islâmiyyetdir derse, bunların müslimân olduğu söylenemez. Bir kâfirin müslimân olması için, (Allah vardır. Birdir. Muhammed aleyhisselâm Allahın Peygamberidir. Onu, dünyânın her tarafında, kıyâmete kadar gelecek olan bütün insanlara Peygamber olarak göndermişdir. Onun her dediğine inandım) demesi ve îmânın altı şartı ile otuzüç farzı hemen öğrenip, hepsine inanması lâzımdır. Dikkat edilecek ikinci noktaya gelince, bir sözün veyâ bir işin yüz ma’nâsı olsa denildi. Yoksa, yüz sözden veyâ yüz işden biri îmânı gösterse, doksan dokuzu küfrü bildirse, bu kimseye müslimân denileceği bildirilmedi. Çünki, bir kimsenin yalnız bir sözü veyâ bir işi, açık olarak küfrü gösterse, ya’nî îmânı gösterecek hiçbir ma’nâsı olmasa, o kimsenin kâfir olduğu anlaşılır. Başka sözlerinin ve işlerinin îmânı göstermeleri, îmânlı olduğunu bildirmeleri, o kimseyi küfrden kurtarmaz, müslimân olduğuna hükm olunmaz!
(Keşf-ün-nûr) kitâbı, el yazması olarak, İstanbulda, Süleymâniyye kütübhânesinde vardır. İlk olarak 1397 [m. 1977] târîhinde, Pâkistânın Lahor şehrinde, nefîs olarak basılmış, 1398 [m. 1978] senesinde, İstanbulda, bunun foto-kopisi alınarak (Minhat-ül vehbiyye) kitâbı ile birlikde basdırılmışdır.
25 Ehl-i sünnet âlimlerinin "rahime-hümullahü teâlâ" haklı

olduklarını, vehhâbîler de söylemekdedir. Allahü teâlâ, bu doğru sözü, onlara da söyletmekdedir. Bakınız, bu kitâbın dörtyüzotuzikinci sahîfesinde Ehl-i sünneti nasıl övmekdedir: (Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", Muâzı Yemene hâkim olarak göndereceği zemân, (Ne ile hükm edeceksin?) buyurdu. Allahın kitâbı ile dedi. (Allahın kitâbında bulamazsan?) O zemân, Resûlullahın sünneti ile hükm ederim dedi. (Orada da bulamazsan) buyurunca, ictihâd ederek, anladığıma göre, hükm edeceğim dedi. Bunun üzerine, (Resûlünün hâkimine, Resûlünün râzı olduğunu ihsân eden Allahü teâlâya hamd ederim) buyurdu. Muâz Eshâb-ı kirâmın fıkh, halâl ve harâm bilgilerini en çok bilenlerden idi. Bunun için, ictihâd yapabilecek, yüksek âlim idi. Allahü teâlânın Kitâbında ve Resûlullahın sünnetinde bulamadığı şeyleri, kendi ictihâdına göre hükm etmesi câiz idi. Fekat bugün ve bundan önce, Allahü teâlânın Kitâbındaki hükmleri ve Resûlünün sünnetini bilmiyenler, böyle câhil oldukları hâlde, kendilerinin ictihâd edebileceklerini sanıyorlar. Bunlara yazıklar olsun) diyor.
Bütün vesîkalarını Ehl-i sünnet âlimlerinin "rahime-hümullahü teâlâ" kitâblarından almış olduğu gibi, bu satırlarını da, o büyük âlimlerin kitâblarından almışdır. Çünki, İbni Teymiyyeden önce, onun sapık fikrleri gibi yazanlar yokdu. Bu çığrı o açdı. Ondan sonra gelenler, işi azıtdılar. Taşkınlık yapdılar. Ehl-i sünnet kitâblarından aldıkları kıymetli yazılara, yanlış bozuk ma’nâlar verdiler. Herkes, arabî öğrenmeli ve ictihâd yapmalıdır dediler. Doğru yoldan ayrıldılar. Milyonlarca insanı da sapdırdılar. Yukarıdaki yazı, kendi iddi’âlarını çürütmekde, onlar gibi câhillerin ictihâd yapamıyacaklarını, çıkaracakları hükmlerin, ma’nâların yanlış, bozuk olacaklarını  göstermekdedir.
Son günlerde, ictihâda inanmıyanlar çoğalmakdadır. (Mezheb ne imiş. Mezhebler, müslimânları bölmüşler. Dîni güç duruma sokmuşlar. Allah kolaylık emr ediyor. İslâmiyyetde mezheb diye birşey yokdur. Bunlar sonradan uydurulmuşdur. Ben Eshâbın yolundayım. Başka yol tanımıyorum) diyorlar.
Böyle sözleri din câhilleri çıkarmışdır. Şimdi de, müslimânlar arasına yayıyorlar. Hem de, çok kurnaz davranıyorlar. Önce, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından doğru bir bilgi söyleyip, bundan sonra kendi yalanlarını söyliyorlar. Doğrusunu işitenler, hepsini doğru sanıp aldanıyorlar. Kurtuluş yolu, Eshâb-ı kirâmın yoludur "rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în".  Beyhekînin  haber  verdiği ve (Künûz-üd-dekâık) kitâbında yazılı hadîs-i şerîfde, (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz!) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, Eshâb-ı kirâmdan herhangi birine uyan, Onun yolunu tutan, dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşacakdır. Deylemînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Eshâbım, iyi insanlardır. Allahü teâlâ, Onlara hep iyilik versin) buyuruldu. Yine Deylemînin "rahmetullahi aleyh" bildirdiği hadîs-i şerîflerde, (Eshâbımın kabâhatlerini konuşmayınız!) ve (Mu’âviye elbet melik olacakdır) buyuruldu.
Eshâb-ı kirâmın yolundayız diyenler, bu yolu nereden öğrenecekler? Bin sene sonra gelmiş olan mezhebsizlerden mi? Yoksa, Eshâb zemânında bulunan, onların yetişdirdikleri âlimlerin kitâblarından mı? Eshâb-ı kirâmın yetişdirdikleri ve onların talebesinin yetişdirdikleri âlimler (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) mezhebinin âlimleridir "rahime-hümullahü teâlâ". (Mezheb), yol demekdir. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi demek, Resûlullahın ve Onun cemâ’atinin ya’nî Eshâbının yolunda olan müslimânlar demekdir. Bu mubârek âlimler, hep Eshâb-ı kirâmdan öğrendiklerini yazmışlardır. Kendi görüşleri ile birşey yazmamışlardır. Kitâblarında, vesîkasız, senedsiz bir kelime yokdur. Dört mezhebin îmânları birdir. Eshâb-ı kirâmın "rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în" yolu, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenilebilir.
Eshâb-ı kirâmın "rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în" yolunda olmak istiyenin, Ehl-i sünnet mezhebinde olması lâzımdır. Sonradan türeyen bozuk yollardan sakınması lâzımdır.
26 (Feth-ul-mecîd) ismindeki vehhâbî kitâbının dörtyüzseksenbeşinci ve sonraki sahîfesinde de, hak olan Ehl-i sünnet bilgilerini yazmak zorunda kalmış, bunların arasında bozuk, zehrli saldırılarından da geri kalmamışdır. Diyor ki:
(Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", kabr ziyâret ederken âhıreti hâtırlamağı, meyyite düâ ederek, ona ihsânda bulunmağı, ona acımağı, istiğfâr etmeği emr etmişdir. Ziyâret  eden  kimse, hem kendisine, hem de meyyite iyilik etmiş olmakdadır. Müslimin, Ebû Hüreyreden "radıyallahü anh" bildirdiği hadîsde (Kabrleri ziyâret ediniz! Kabr ziyâreti, ölümü hâtırlatır) buyuruldu. Abdüllah ibni Abbâs diyor ki, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" Medînede, kabristân yanından geçiyordu. Kabrlere bakarak, (Esselâmü aleyküm yâ ehlel-kubûr! Yagfirullahü lenâ ve leküm, entüm selefünâ ve nahnü bil-eser) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi imâm-ı Ahmed ve Tirmüzî bildirmekdedir. İbnül-Kayyım-ı Cevziyyenin, imâm-ı Ahmedden bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Size, kabr ziyâretini yasaklamışdım. Şimdi, kabrleri ziyâret ediniz! Böylece âhıreti   hâtırlarsınız)   buyurdu.   İbni   Mâcenin   Abdüllah ibni
– 244 –

Mes’ûddan bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kabr ziyâretini önce yasaklamışdım. Şimdi ziyâret ediniz! Böylece dünyâya gönül vermekden kurtulur, âhıreti hâtırlarsınız) buyuruldu. İmâm-ı Ahmedin, Ebû Sa’îdden bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kabr ziyâretini size yasaklamışdım. Şimdiden sonra ziyâret edebilirsiniz. Böylece, ibret alır, gafletden uyanırsınız) buyuruldu. İbn-ül Kayyım-ı Cevziyye, Seleme-tebni Verdandan haber veriyor. Diyor ki, Enes bin Mâliki gördüm. Resûlullaha selâm verdi. Sonra bir kabrin dıvarına dayandı, düâ etdi. Müşrikler kabr ziyâretini değişdirdiler. Dîni tersine çevirdiler. Kabre giderek, meyyiti, Allaha şerîk yapıyorlar. Meyyite düâ ediyorlar. Meyyit vâsıtası ile Allaha düâ ediyorlar. İhtiyâclarını meyyitden istiyorlar. Bereketin ondan gelmesini bekliyorlar. Düşmanlarına karşı onun yardım etmesini diliyorlar. Böylece, kendilerine de, ölüye de kötülük yapıyorlar. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", bu kötü âdetleri önlemek için, kabr ziyâretini erkeklere yasak etmişdi. Sonra, tevhîd kalblere yerleşince, kabr ziyâretine izn verdi. Fekat kabrde hücr [saçma, çirkin söz] söylemek yasak edildi. Hücrün en büyüğü, kabr başında, söz ve hareket ile şirk yapmakdır. Şimdi, türbeleri süslüyorlar, câmi’lere bakmıyorlar. Allahın Peygamberlerle bildirdiği dîni tersine çeviriyorlar. Şî’îler, insanların en câhilleri ve dinden en uzak kalanları olduğu için, türbeleri yapıyorlar. Câmi’leri yıkıyorlar) diyor.
Câhillerin ve sapıkların kabr başlarında ve türbelerde yapdıkları taşkınlıklara, şirke ve Allahü teâlânın yaratdığını düşünmiyenlere karşı, biz de vehhâbîlerle birlikdeyiz. Elbet şirkin ve müşriklerin düşmanıyız. Bunu imâm-ı Rabbânî "rahmetullahi teâlâ aleyh" çeşidli mektûblarında ve ençok üçüncü cildin kırkbirinci mektûbunda çok güzel ve açık anlatmakdadır. Bu mektûb (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının üçüncü kısmının ikinci maddesinde yazılıdır. Fekat, vehhâbîler kabr ziyâretine, Kur’ân-ı kerîm okuyup, sevâbını meyyitin rûhuna göndermenin, düâ etmenin meyyite fâide vereceğine inandıklarını yazdıkları hâlde, meyyit işitmez, his etmez, ona birşey söylemek, Peygamberden şefâ’at istemek, Evliyâyı vesîle ederek, Allahü teâlâya düâ etmek şirk olur diyorlar. Sözleri birbirini tutmıyor. Kitâbımızın başından beri görüldüğü gibi, vehhâbîlerin Ehl-i sünnetden farkı, bu noktada toplanmakdadır. Biz de, din kardeşlerimizi korumak için, bu nokta üzerinde durmağı uygun görüyoruz.
Osmânlı devleti zemânında, mekteblerin, medreselerin, üniversite  üstünlüğünde  olan  (Medrese-tül-mütehassısîn)  adındaki
– 245 –

yüksek kısmında, tesavvuf müderrisi ya’nî profesörü bulunan, büyük islâm âlimi ve olgun Velî, seyyid Abdülhakîm Efendi "rahmetullahi aleyh" 1342 hicrî ve 1924 mîlâdî yılında, İstanbulda basılan (Râbıta-i şerîfe) kitâbında buyuruyor ki:
Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmış ve müşâhede makâmına varmış olgun bir Velîye, kalbini bağlıyarak, yanında iken ve yanında olmadığı zemânlarda, o zâtın yüzünü hayâlinde bulundurmağa (Râbıta) denir. (Onlar görülünce, Allahü teâlâ hâtırlanır) ve Buhârîde ve Müslimde bildirilen (Onlarla berâber bulunanlar şakî olmaz) hadîs-i şerîflerinde bildirildiği gibi, bu kemâle ermiş olanları düşünmek, insana birçok fâideler sağlar. Sâdık ve temiz bir müslimân, böyle bir Allah adamını düşünmekle, onun sıfatları, hâlleri kendisinde hâsıl olur. Hadîs-i şerîfler sâlih müslimânlarla, ya’nî Allahü teâlânın sevdiği kimselerle berâber bulunmağı emr etmekdedir. [Deylemîde ve Taberânîde ve Künûz-üd-dekâıkde bildirilen hadîs-i şerîfde, (Ben ilm şehriyim. Alî onun kapısıdır) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfin gösterdiği gibi, Allahü teâlânın sonsuz feyz deryâsının kapısı gibi olan, Allah adamlarının kalblerinden, bunları seven ve hâtırlayan müslimânların kalbine feyz, ma’rifet, nûr akar. Bu feyze kavuşmak için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak, Resûlullaha tâm uymak ve Allahü teâlânın sevdiği Allah adamlarını sevmek, kalbinde onların sevgisini bulundurmak lâzımdır. Bu şartlardan mahrûm olanlar, Allah adamlarının feyzlerinden, ma’rifetlerinden mahrûm kalmışlardır. Bilmediklerini, inkârdan başka çâre bulamıyorlar. Allah adamının kalbinden feyz almak için ikinci şart, o zâtın Resûlullah efendimizin tam vârisi olması, Onun yolunda, izinde bulunması ve Allahü teâlânın sevgili kulu olması lâzımdır. Vehhâbîler arasında böyle bir Allah adamı bulunmadığından da, onlar için feyz ve ma’rifet kapıları kapalıdır. Putlara, heykellere tapınan müşriklerin ve câhillere, sahte Rehberlere gönül veren zevallı müslimânların bir feyz ve fâide edinememeleri, bundan ileri gelmekdedir. Ebû Cehl, Ebû Tâlib ve Ebû Leheblerin, Resûlullahdan "sallallahü aleyhi ve sellem" feyz ve hidâyet alamamaları ise, birinci sebebin kendilerinde bulunmamasından ileri gelmekdedir. Peygamberler "aleyhimüsselâm", Allahü teâlânın yeryüzünde halîfeleridir. Evliyâ-yı kirâm, Peygamberlerin vârisleri oldukları için, onlar da bu şerefden pay almışlar, mubârek kalbleri, Allahü teâlânın aynası olmuşdur. (Sâd) sûresinin yirmialtıncı ve (En’âm) sûresinin yüzaltmışbeşinci âyet-i kerîmeleri ve benzerleri, bu sözümüzün vesîkalarıdır.
Olgun bir Velînin "rahime-hullahü teâlâ" kalbine bağlanan bir
– 246 –

müslimân, onun mubârek kalbi vâsıtası ile Allahü teâlâdan gelen feyzlere kavuşur. Deylemîde ve Künûz-üd-dekâıkde "rahmetullahi alâ müellifeyhimâ" yazılı hadîs-i şerîfde, (Ehli arasında bir âlim, ümmeti arasındaki Peygamber gibidir) buyuruldu. Kalbin feyzlere, ma’rifetlere kavuşmasında, Allah adamının diri ve ölü olması arasında hiç fark yokdur. Onun kemâlâtı, rûhâniyyetinden hiç ayrılmaz. Rûhâniyyet de, zemâna ve mekâna ve ölülüğe ve diriliğe bağlı değildir. Yukarıdaki iki şart mevcûd ise, her nerede olursa olsun, diri olsun, ölü olsun, Allah adamlarına bağlanan, ya’nî onları seven ve hâtırlıyan müslimânlar, hemen feyz ve ma’rifete kavuşurlar. Bunların rûhlarının tesarrufları, Allahü teâlânın tesarrufu ile olduğuna inanmak lâzımdır.
İnsan, Allahü teâlâdan vâsıtasız feyz almağa kâdir olmadıkça, Allahü teâlânın sevdiği, Allahü teâlâdan feyz alıp, talebesine verebilen bir vâsıtaya muhtâcdır.]
Buhâra, Hîve, Semerkand ve Hindistân âlimlerinin "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în", hicretin ikiyüz senesinden, binikiyüz senesine kadar sözbirliği ile bildirmiş olmaları ve yapmış olmaları ve emr etmeleri, yukarıdaki yazımıza en büyük sened ve vesîka olmakdadır. Bunların üstünde başka bir vesîka aramağa kalkışmak, bin seneden fazla bir zemânda, koca Asya kıt’asında yetişmiş olan milyonlarca islâm âlimlerini küçültmek, hattâ kötülemek olur. Bunların âlim ve çoğunun da olgun Velî olduklarını gösteren kitâbları meydândadır.
Mâide sûresinin otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Ona kavuşmak için vesîle arayınız) buyuruldu. Bu emrdeki vesîle, ya’nî vâsıta, bir şarta bağlanmamış, mutlak olarak, ya’nî umûmî olarak bildirilmişdir. İbâdetler, zikrler, düâlar ve Evliyânın rûhları bu emrin içinde bulunmakdadır. Umûmî olan bu emri sınırlamağa kalkışmak, âyet-i kerîmeye iftirâ etmek olur. Vesîlenin Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" olduğunu, Âl-i İmrân sûresinin otuzbirinci âyet-i kerîmesi bildiriyor. Bu âyetde meâlen, (Allahü teâlâyı seviyorsanız, bana tâbi’ olunuz! Allahü teâlâ, bana tâbi’ olanları sever) buyuruldu. Müslimân olduğunu söyliyen herkesin buna inanması lâzımdır. (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i şerîfi, âlimlerin, Velîlerin "kaddesallahü teâlâ esrârehüm" de vesîle olduğunu göstermekdedir. Âyet-i kerîmedeki, (Tâbi’ olunuz) emrine uymak için, sevmeden tâbi’ olmak mümkin olamaz.
(Buhârî) kitâbında diyor ki, Ebû Bekr-i Sıddîk "radıyallahü anh" kalbinden ve hayâlinden Resûlullahın hiç ayrılmadığını söyledi. Hattâ halâda bile hayâlinde olduğundan şikâyet etdi.
– 247 –

Tevbe sûresinin yüzyirminci âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler! Allahdan korkunuz! Sâdıklarla berâber bulununuz!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmede de (Berâber bulunmak) bir şarta bağlanmamış, mutlak olarak, umûmî olarak emr olunmuşdur. Bundan dolayı, beden ile ve rûh ile berâberlik demekdir. Beden ile berâberlik, sâdıkların yanında edeb ile, saygı ile ve sevgi ile bulunmakdır. Rûh ile berâberlik ise, Allahü teâlânın sevdiği sâdık bir kulunu, saygı ile hâtırlamakdır.
Yûsüf sûresinin yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Yûsüf "aleyhisselâm", Rabbinin burhânını görmeseydi) buyuruldu. Burada bildirilen burhân, Ya’kûb aleyhisselâmın şeklinin görülmesinin olduğunu sözbirliğine yaklaşık olarak bildirmişlerdir. Keşşâf tefsîrinin sâhibi olan Zimahşerî, mu’tezilî mezhebindeki sapıklardan olduğu hâlde, bu da, müfessirlerin çoğunluğuna katılarak, Ürdünde bulunan Ya’kûb "aleyhisselâm" Mısrda, odada Zelîhânın yanında bulunan Yûsüf aleyhisselâma göründü diyor.
Hanefî âlimlerinden ve Eşbâh kitâbının muhşîsi Ahmed Hamevî "rahmetullahi aleyh", (Nefehât-ül-kurb vel ittisâl bi-isbât-ittesarrufi li-evliyâillâhi teâlâ velkerâmeti ba’del-intikâl) kitâbında, Evliyâ-ı kirâmın rûhâniyyetlerinin, cismâniyyetlerinden dahâ kuvvetli olduğunu, bunun için aynı zemânda çeşidli yerlerde görülebileceklerini bildirmekdedir. Bu yazılarına vesîka olarak şu hadîs-i şerîfi yazmakdadır: (Cennete her kapıdan girecekler vardır. Her kapı bunları kendisine çağıracakdır). Ebû Bekr-i Sıddîk "radıyallahü anh", sekiz kapının hepsinden birden giren olur mu yâ Resûlallah dedi. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", (Umarım ki sen onlardan olursun) buyurdu. İnsanın rûhu, (âlem-i emr) deki asl mertebesi ile irtibât kurabilecek gücünü kazanınca, insan bir ânda çeşidli yerlerde görünebilir. İnsan ölünce, rûhunun dünyâ ile ilgisi azalacağından, dahâ kuvvetli olur. Bir ânda çeşidli yerlerde görülmesi dahâ kolay olur. [Seyyid Ahmed Hamevî Mısrî, 1098 [m. 1686] de vefât etmişdir.]
Ahmed ibni Hacer-i Mekkî "rahmetullahi aleyh" Şemâil şerhinde ve Celâleddîn-i Süyûtî (Tenvîr-ül-halek) kitâbında, Abdüllah ibni Abbâsın (Resûlullahı rü’yâda gördüm. İltifât buyurdu. Uyanınca, mubârek zevcelerinden birisini ziyâret etdim. Aynaya bakdım. Aynada Resûlullahı gördüm, kendimi görmedim) dediği yazılıdır. Bu hâl, yalnız Resûlullaha mahsûs olan şeylerden değildir. Çünki, islâm âlimleri, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" hasâ’isini toplamışlardır. Bu hâli hasâ’is kitâblarına sokmamışlardır. Fıkhın ve üsûl-i fıkhın temel kâidelerine göre, Resûlullahın hasâ’isinden olmıyan her hâline ümmetinin âlimleri ve Velîleri vâris olurlar. Meselâ, nemâzda Resûlullah ile konuşmak nemâzı bozmaz. Bu, Resûlullahın hasâ’isindendir. Ya’nî yalnız Ona mahsûsdur. Âlimlerle, Velîlerle konuşmak, nemâzı bozar. Resûlullahı "sallallahü aleyhi ve sellem" gözünün önüne getirerek görür gibi salât ve selâm vermek, hasâ’isinden değildir. Evliyâyı da gözünün önüne getirip rûhâniyyetinden yardım beklemek câizdir. Şâfi’î âlimlerinden Celâleddîn-i Süyûtînin (Kitâb-ül-Müncelî fî tetavvuril velî) kitâbında, Subkînin (Tabakât-ül-Kübrâ) kitâbından nakl ederek, kerâmetin yirmiikincisi, Evliyânın çeşidli insanların şekllerinde görülmesidir diyor. Meryem sûresinin onaltıncı âyetinde meâlen, (Ona insan olarak göründü) buyuruldu. Ya’nî Cebrâîl aleyhisselâm, hazret-i Meryeme insan şeklinde göründü âyet-i kerîmesinden, Evliyânın rûhlarının çeşidli şekllerde görüleceğini anlamışlardır. Kadîb-ül-Bân Hasen Mûsulînin meşhûr vak’ası da, bu çeşid kerâmetlerdendir. [Bu vak’a ve diğer kerâmetleri, Yûsüf Nebhânînin (Câmi’ul-kerâmât-ül-evliyâ) kitâbında uzun yazılıdır. Beşyüzyetmiş [570] de Mûsulda vefât etmişdir. Şâfi’î âlimlerinden allâme Ceylî (Buhârî) kitâbını şerh ederken, şeytân Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" şekline giremediği gibi, Onun vârisi olan olgun Velîlerin şekline de giremez  buyurdu.]
Hanefî âlimlerinden allâme Seyyid Şerîf Alî Cürcânî "rahmetullahi aleyh",[1] (Şerh-ı Mevâkıf) kitâbının sonuna doğru, müslimânların yetmişüç fırkasını yazmadan önce ve ayrıca (Şerh-ı Metâli’) kitâbına yapdığı hâşiyesinde, Evliyânın "rahime-hümullahü teâlâ" çeşidli şekllerde talebesine göründüklerini ve diri iken de, ölü iken de görülen bu şekllerinden, talebesinin feyz aldıklarını, fâidelendiklerini  yazmakdadır.
Mâlikî âlimlerinden Tâceddîn Ahmed ibni Atâullah İskenderî "rahmetullahi aleyh", (Tâciyye) risâlesinde, olgun Velîyi "rahimehullahü teâlâ" görmekle veyâ düşünmekle, onlardan istifâde edileceğini bildirmişdir. [Atâullah-ı İskenderî mâlikî şâzilî, 709 [m. 1309] da Mısrda vefât etdi.]
Hanefî âlimlerinden allâme Şemseddîn ibnün-Nu’aym "rahmetullahi aleyh" (Kitâb-ür-Rûh)da diyor ki, rûh bedende olduğundan başka bir hâlde de bulunur. Evliyânın rûhları (Refîk-ı a’lâ)dadır. Bir yandan ölünün bedenine de bağlıdır. Bir kimse, o rûhun sâhibinin mezârına gelip selâm verse, Refîk-ı a’lâda bulunan rûhu, oradan bu selâma cevâb verir. Böyle olduğu,   imâm-ı

[1] Seyyid Şerîf 816 [m. 1413] de Şîrâzda vefât etdi.

Süyûtînin (Kitâb-ül-Müncelî)sinde de yazılıdır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Velîler vefât etdikden sonra, bilemediğimiz kuvvetli bir tesarrufa ve te’sîre  mâlikdirler.
Mâlikî âlimlerinden (Muhtasar) kitâbının sâhibi Halîl bin İshâk Cendî "rahime-hullahü teâlâ" buyuruyor ki, Velî olgunlaşınca, kendisine Allahü teâlâ tarafından çeşidli şekllerde görünme kuvveti verilir. Bu da, olamıyacak birşey değildir. Çünki, başka başka görünen şekller, rûhâniyyetdir. Bedeni, cismi, görünmemekdedir. Rûhlar, madde değildirler. Boşlukda yer kaplamazlar. [Halîl mâlikî Mısrî 767 [m. 1365] de vefât etdi.]
Bu kadar derin âlimlerin ve Velîlerin açıkça bildirmiş oldukları bilgilere ve vesîkalara inanmamak, dîne ve akla uymamak olur. Bu inanışlarından dolayı, Ehl-i sünnet olan müslimânlara kâfir ve müşrik damgasını basan vehhâbîlere, Allahü teâlâ, akl ve insâf ihsân eylesin! Buna inanan müslimânları, kabrlere tapınan, heykelleri, mahlûkları yaratıcı sanan müşriklere benzetenlere yazıklar olsun! Kalbi Resûlullahın ve Onun vârisi olan Evliyânın aşkı, sevgisi ile yanmış, tutuşmuş olan, sultân-ül-âşıkîn ismi ile tanınmış, mâlikî ve kâdirî Ömer bin Fârıd "rahmetullahi aleyh" (Hamriyye) adındaki meşhûr kasîdesinde, tesavvuf büyüklerini, şanlarına yakışacak sûretde övmekdedir. [Ömer bin Fârıd, 576 [m. 1180] da Mısrda vefât etdi.] Ezelde, dalâlet ve felâket damgası vurulmuş olan sapıklar, ne kadar anlatılsa, vesîkalar, hattâ kerâmetler gösterilse, inanmak ni’metine kavuşamazlar. Mevlânâ Abdürrahmân-ı Câmî "rahime-hullahü teâlâ" aşağıdaki rubâîsinde, bunlara çok güzel cevâb vermekdedir.
Cihân arslanları hep, bu zincire bağlıdır. Bu zinciri, hîleyle, tilki nasıl koparır?
Evliyâya, bir sapık, dil uzatırsa eğer, Onlara birşey olmaz, ahmaklığın anlatır.
[Molla Câmî "rahmetullahi aleyh" 898 [m. 1492] de Hiratda vefât etdi.]
Cenâb-ı Hakkın yakdığı çırayı üfürerek söndürmek istiyenin, ancak sakalları tutuşur. (Râbıta-i şerîfe) kitâbının yazısı burada temâm oldu.
27 (Feth-ul-mecîd) kitâbının müellifi, dörtyüzseksenaltıncı sahîfesinde de, hakîkati yazmak zorunda kalmışdır. Ebû Dâvüdün Ebû Hüreyreden "radıyallahü anh" bildirdiği, (Evlerinizi kabr yapmayınız! Kabrimi bayram yeri yapmayınız! Bana salevât getiriniz!

Her nerede salevât getirirseniz, bana bildirilir) hadîs-i şerîfini yazmışdır. Kendi bozuk inanışlarını isbât etmek için yazdığı bu hadîs-i şerîf, Peygamberlerin "aleyhimüssalevâtü vesselâm" kabrlerinde diri olduklarını göstermekdedir. Çünki, bir söz, diri olana bildirilir.
28 Dörtyüzdoksanıncı sahîfesinde: (Müslim sahîhi ve Ebû Dâvüd ve Tirmizînin, İmrân bin Husayndan "radıyallahü teâlâ anh" bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin en iyileri, benim zemânımda bulunanlardır. Onlardan sonra, en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra da en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, Buhârîde de yazılıdır ve (En iyiniz) diye başlamakdadır. En iyi olmak, ilmleri, îmânları ve işleri en iyi olanlar demekdir. Bunlar, çıkan bid’atleri inkâr etmişler, yok etmişlerdir. Üçüncü asrda bid’atler çoğaldı ise de, âlimler çok idi. İslâmiyyet revâcda idi. Cihâd yapılıyordu. Müslim sahîhindeki, Abdüllah ibni Mes’ûd tarafından bildirilen hadîs-i şerîf de böyledir. Yalnız burada sonra gelen asrlar üç kerre tekrâr edilmekdedir. Dördüncü asrın sonuna kadar hayrın, şerden çok olduğu anlaşılmakdadır) diyor.
Bu hadîs-i şerîf, Ehl-i sünnet âlimlerini övmekdedir. Çünki, Ehl-i sünnet âlimleri "rahime-hümullahü teâlâ" en hayrlı olan bu dört asrın en üstünleri, en kıymetlileri idiler. Bu üstünlükleri, kendi asrlarında bulunan milyonlarca müslimânın sözbirliği ile bildirilmekdedir. Müellif, Ehl-i sünnet âlimlerini, işine geldiği yerde övmekde, onların yazılarını, ictihâd buyurarak bildirdikleri şeyleri kendi sözlerine vesîka olarak yazmakdadır. Bir yandan, Ehl-i sünnet âlimlerini övmek zorunda kalıyor, bir yandan da âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere Ehl-i sünnet âlimlerinin verdikleri ma’nâları beğenmiyorlar. Bu ma’nâlardan birçoklarına şirk diyorlar. Ehl-i sünnete, müşrik damgasını basmakdan hayâ etmiyorlar. Müellif, birçok yerinde, hadîs âlimlerinden İsmâ’îl bin Ömer ibni Kesîr İmâdeddînin kitâblarından vesîkalar vermekdedir. Çünki, İmâd bin Kesîr, İbni Teymiyyeye göre fetvâ verirdi. [Ebülfidâ hâfız İsmâ’îl ibni Kesîr şâfi’î Basrî, 734 [m. 1372] de Şâmda vefât etdi.]
29 Müellif, beşyüzüçüncü sahîfede diyor ki: (Bir işin yapılması için, diri olan herkesden şefâ’at istemek, ya’nî yardım etmesini  ve düâ etmesini istemek câizdir. Hazret-i Ömer, Medîneden Mekkeye Ömre yapmağa giderken, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", (Sâlih düâdan bizi de unutma kardeşim) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, Ebû Dâvüdün ve imâm-ı Ahmedin müsnedinde yazılıdır. Hazret-i Ömer buyuruyor ki, bu hadîs-i şerîfdeki (Kardeşim) sözü kadar bana sevgili olan bir sözü hayâtımda hiç işitmedim.   İslâmiyyet ölülere yalnız düâ etmeğe izn vermişdir. Fekat ölüden  düâ istemek bildirilmemişdir. Âyet ve hadîsler, bunu yasak etmişdir. Fâtır sûresinin onüçüncü âyetinde, (Allahü teâlâdan başka ibâdet etdiğiniz putlar, hurma çekirdeği üzerindeki zar kadar bile, size fâide veremezler. O putlara düâ edersiniz, işitmezler. İşitmiş olsalar dahî, fâide vermeğe güçleri olmadığı için, size cevâb vermezler. Kıyâmet günü de, putlar, kendilerini Allahü teâlâya ortak yapmanızın yanlış olduğunu söyler), buyuruldu. Bu âyet, ölülerden düâ istiyenlerin, kıyâmetde kâfir olacaklarını bildiriyor. Böyle olduğunu, Ahkâf sûresinin altıncı âyeti olan (Kâfirler, kıyâmetde haşr olunca, ma’bûdları onlara düşman olup, onların ibâdetlerinin yanlış olduğunu bildirirler), cümlesi de bildirmekdedir. Öyle ise, hiçbir ölü ve gâib olan diri kimse işitmez, fâide ve zarar veremez. Sahâbe ve büyükleri olan Hulefâ-i râşidîn, Resûlullahın kabrine gelip birşey istememişlerdir. Hazret-i Ömer "radıyallahü anh" yağmur düâsına, hazret-i Abbâsı götürüp, yağmur için düâ yapmasını diledi. Çünki o, diri idi. Rabbine düâ edebilirdi. Ölüden yağmur düâsı istemek câiz olsaydı, hazret-i Ömer ve Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın kabrinden isterlerdi)  diyor.
Kitâbın dörtyüzseksenaltıncı sahîfesinde, (Benim için, her yerde okuduğunuz salât ve selâm bana bildirilir) hadîs-i şerîfini yazmış ve bu hadîs, sağlamdır ve meşhûrdur demişdi. Şimdi, Resûlullahın birşey işitmiyeceğini, düâ edemiyeceğini, Ondan düâ istemenin şirk olduğunu yazıyor. Yazıları birbirine uymıyor. Vesîka olarak yazdığı Fâtır sûresindeki âyet-i kerîme, Allahü teâlâya inanmıyan, Ona ibâdet etmeyip, putlara, heykellere tapınan kâfirleri bildirmekdedir. Allahü teâlânın sevgili Peygamberinin veyâ Velîsinin kabrine gidip, şefâ’at ve düâ etmesini istiyen mü’minlere müşrik damgasını basabilmek için, kâfirleri anlatan âyet-i kerîmeleri, vesîka olarak yazmak, Kur’ân-ı kerîme de, mü’minlere de iftirâdır. Bu âyet-i kerîme, mezârları ve ölüleri bildirmiyor. Allahü teâlâya inanmıyan, putlara tapınan kâfirleri bildiriyor. Mü’minlere karşı, bu âyet-i kerîmeyi ileri sürenlere hak verdirecek zerre kadar bir vesîka yokdur. Ahkâf sûresinde yazdığı âyet-i kerîmeden bir önce, Allahü teâlâ meâlen, (Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeyip, işitmiyen putlara ibâdet eden kimseden dahâ kötü, dahâ sapık yokdur) buyuruyor. Bu âyet-i kerîme de, kâfirleri bildirmekdedir. Hazret-i Ömerin yağmur düâsına çıkması, sünnete uymak için idi. Çünki, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" yağmur düâsı yapdığı için, hazret-i Ömer de, sünnete uyarak düâ yapdı. Yağmur düâsı, bir ibâdetdir. İbâdetler, elbette sünnete uygun yapılır. Böyle olmakla berâber, Hanefî mezhebi âlimlerinden Hasen Şernblâlî,[1] (Nûr-ul-îzâh) ve bunun şerhi olan (Merâkıl-felâh) kitâbında diyor ki, (Medînede olanların, yağmur düâsı için (Mescid-i Nebî)de toplanmaları dahâ iyi olur. Çünki orada, Resûlullahdan "sallallahü aleyhi ve sellem" başka birşey vâsıtası ile, Allahü teâlâdan birşey istenmez ve birşeye kavuşulmaz. Resûlullah efendimizin de "sallallahü aleyhi ve sellem" (Mescid-i Nebî) içinde yağmur düâsı yapmış olduğu Buhârîde ve Müslimde yazılıdır. Düâ edilen yer, ne kadar şerefli ise, rahmet yağması, o kadar çok olur. Önce, iki halîfesini vesîle yaparak, Resûlullaha yalvarılır. Sonra, üçü vesîle edilerek, Allahü teâlâya yalvarılır). Kitâbın, (Kabr-i se’âdeti ziyâret ederken, Kıbleye dönülüp, kabrler arkada bırakılır) demesi de iftirâdır. (Merâkıl-felâh)da, (Kabrlere dönülür. Kıble arkada bırakılır. Her kabrin ziyâretinde de, böyle yapılır) denilmekdedir. Yağmur istemek için, sünnete uygun toplanarak düâ etmek, âyet ile ve sünnet ile belli olan bir ibâdetdir. Bu ibâdeti, sünnete uygun yapmayıp da, Kabr-i se’âdete gidip istemek, ibâdeti değişdirmek olur. Kılınmıyan nemâzların günâhını afv etdirmek için, kazâların kılınması emr olundu. Kılınmıyan nemâzları kazâ etmeyip de, afv edilmelerini Kabr-i se’âdetden istemek câiz olmadığı gibi, yağmuru da, Kabr-i se’âdetden istemek câiz olmaz. Fekat, böyle ibâdetleri, Kabr-i se’âdetin yanında yapmak, başka yerde yapmakdan binlerce def’a fâideli olduğu meşhûr olan hadîs-i şerîfde bildirilmişdir.
Evet, Evliyâya nemâz kılınmaz. Evliyânın kabrine karşı nemâz kılınmaz. Böyle yapmak büyük günâh, hattâ şirk olur. Fekat, Evliyânın kabri yanında, yalnız Allah için ve kıbleye karşı nemâz kılmak çok sevâb olur. Çünki, Evliyânın kabrlerine rahmet yağmakdadır. Kabr yanında, türbe yanında nemâz kılmak câiz olmasaydı, Eshâb-ı kirâm, Kabr-i se’âdeti mescid içine almazlardı. Eshâb-ı kirâmın hepsi ve bindörtyüz seneden beri gelmiş olan milyarlarla müslimân, Kabr-i se’âdetin yanında nemâz kılmışlardır. Burada nemâz kılmanın fazîletinin çok olduğu hadîs-i şerîf ile bildirilmişdir. Mescid-i se’âdetde, arka safda nemâz kılanlar, Kabr-i se’âdete karşı durmakdadırlar. Bindörtyüz seneden beri hiçbir islâm âlimi buna birşey dememişdir. Evliyânın "kaddesallahü teâlâ esrârehüm" kabrleri yanında nemâz kılmanın câiz olduğuna bundan dahâ büyük vesîka olabilir mi? Kabre karşı kılmağı kasd etmek, bu niyyet ile kılmak hadîs-i şerîf ile nehy edilmişdir. Fekat, kıbleye karşı kılmağı kasd edince, kabre tesâdüf etmesi câiz olduğu icmâ’ı


[1] Şernblâlî 1069 [m. 1658] de Mısrda vefât etdi.

ümmet ile sâbitdir.
İbni Hacer-i Hiytemî Mekkî "rahime-hullahü teâlâ", (Zevâcir) kitâbında doksanbirinci sahîfede diyor ki, (Buhârîdeki hadîs-i kudsîde, (Allahü teâlâ buyurdu ki, Evliyâmdan birine düşmanlık eden benimle harb etmiş olur. Kulumu bana yaklaşdıran şeyler arasında bana en sevgili olanları ona farz etdiğim şeylerdir. Kulum nâfile ibâdetleri yapmakla bana o kadar yaklaşır ki, onu çok severim ve her istediğini veririm) buyuruldu. Doksanbeşinci sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, (Bir kimse bana salevât okursa, bana bildirilir. Ben de ona düâ ederim) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir müslimân bana selâm verince, rûhum bedenime gelir. Selâmına cevâb veririm. Peygamberler mezârlarında diridirler) buyuruldu. Ebüdderdânın bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Toprak Peygamberlerin cesedlerini çürütmez. Cum’a günleri bana çok salevât okuyunuz! Ümmetimin okuduğu salevât, her Cum’a günü bana bildirilir) buyuruldu. Yâ Resûlallah! Sen mezârda çürüdükden sonra, selâmlar nasıl bildirilir dediler. Cevâbında, (Allahü teâlâ, toprağın Peygamberleri çürütmesini harâm etmişdir) buyurdu. Bunlar gibi hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, Peygamberler "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" mezârlarında diridir, çürümezler. Evliyâ da, onların vârisidir). İbni Ebî Şeybenin[1] ve Ebû Nu’aymin bildirdikleri ve (Künûz-üddekâık)de yazılı hadîs-i şerîflerde, (Evliyâ görülünce, Allahü teâlâ hâtırlanır) ve (Allahü teâlânın Evliyâsı vardır. Bunlar görülünce, Allahü teâlâ hâtırlanır) buyuruldu. Deylemînin bildirdiği ve (Künûz-üddekâık)da bildirilen hadîs-i şerîfde, (Kabrdekiler olmasa, şehrdekiler yanardı) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, cenâb-ı Hak, kabrdekilerin sebebi ile ve bereketleri ile, dirilere iyilikler vermekdedir. Askerînin bildirdiği ve Münâvînin (Künûz) kitâbında yazılı hadîs-i şerîfde, (Yahyâ bin Zekeriyyânın kabrini bilseydim, ziyâret ederdim) buyuruldu. [Abdürraüf Münâvî şâfi’î "rahmetullahi aleyh", 1031 [m. 1621] de Kâhirede vefât etdi.]
30 Kitâbın yüzkırkaltıncı ve yüzellisekizinci sahîfelerinde, (Allahdan başkası için hayvan kesmek harâmdır. Keserken, bu ümmetin münâfıklarının yıldızlara yaklaşmak için yapdıkları gibi, Besmele ile kesse bile, mürted olurlar. Kesdiklerini yimek halâl olmaz. Zemahşerî diyor ki, ev satın alınca, yâhud yeniden yapdırınca, cin çarpmasın diye hayvan kesmek de böyledir. İbrâhîm


[1] İbni Ebî Şeybe Abdüllah 235 [m. 850] de vefât etdi.

Merûzî diyor ki, sultân veyâ devlet adamları gelince, onlara yaklaşmak için hayvan kesmek harâmdır. Çünki, Allahdan başkası için kesilmiş olur. İhlâl demek, yüksek sesle başkası için kesmek demekdir. Allahdan başkası için yapılan nezr, adak hayvanları böyledir. Kesmeden önce söylemek, meselâ bu hayvan falan seyyide içindir, filân seyyid içindir demek böyledir. Böyle olan nezrleri keserken Bismillâh demek fâide vermez. Allahdan başkası için yiyecek, içecek adayarak onlara yaklaşmak da böyledir. Ölüler için ve onlardan bereketlenmek için türbelere götürüp, türbe yakınlarındaki fakîrlere dağıtılan yiyecek ve içecekleri de, Allahdan başkası için nezr yapanlar ve putlar için, güneş, ay için, mezârlar için ve bunlar gibi adak yapanlar, Allahdan başkası için yemîn edenler gibidir. Her ikisi de şirkdir. Ba’zı sapıkların mezârlara mum, kandil için yağ adamaları da, müslimânların sözbirliği ile günâhdır. Türbelerde hizmet eden fakîrlere mal adamak, kilisedeki putların hizmetçilerine adamak gibidir. Bunlar, ibâdetdir. Bunları Allahdan başkası için yapmak şirk olur. Hanefî âlimlerinden şeyh Kâsım, Dürer kitâbında diyor ki, uzakda yolcusu olan veyâ hastası olan veyâ malı gayb olan câhiller, ba’zı sâlih kulların mezârlarına geliyor: Efendim, Allahü teâlâ yolcuma kavuşdurursa veyâ hastamı iyi ederse veyâhud da gayb olan malıma kavuşdurursa, sana şu kadar altın veyâ yiyecek veyâ su veyâ mum nezrim olsun diyorlar. Böyle nezrler bâtıldır. Adak yapmak ibâdetdir. Allahdan başkası için ibâdet olmaz. Ölünün malı mülkü olmaz. Ona birşey verilmez. Herşeyi Allah yapar. Ölü birşey yapamaz. Öyle inanmaları küfrdür. İbni Nüceym, Bahr kitâbında diyor ki, bu sapıklıklar, Ahmed Bedevînin türbesinde çokdur. Hanefî âlimlerinden şeyh Sun’ullah-ı Halebî, Evliyâ için hayvan kesmek ve adak yapmak câiz değildir diyor. Ahmed Bedevînin türbesi Tanta şehrindedir. Kendisi (Mülesseme) devletinin bir câsûsudur. Bu devlet, Fas tarafında idi. Bu câsûs, hîle ve yalanla müslimânları aldatdı. Şimdi türbesi bir kilise gibidir. Onun için adak yapıyorlar. Ona tapınıyorlar. Her sene üçyüzbin kişi hac yapmak için bu putun yanına geliyor) diyor.
Kitâbın yukarıdaki yazılarına dikkat edilirse, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler ve Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından kıymetli yazılar yazarak müslimânların gözlerini boyamakda, harâmlara, mekrûhlara hattâ mubâh olan şeylere şirk, küfr damgası basmakdadır. Allahü teâlânın sevdiği sâlih kullarına ve onların türbelerine put, kilise demekdedir. Sapık inanışlı yetmişiki fırkadan olan câhillerin ve ahmakların yapdığı çirkin ve bozuk işleri öne sürerek, Ehl-i sünnet Evliyâsına "rahime-hümullahü teâlâ", hâlis ve

temiz müslimânlara kâfir ve müşrik damgasını basmakdadır. Müslimânların, böyle hîlelere aldanmamaları ve Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru yoldan ayrılmamaları için, Dâvüd bin Süleymân Bağdâdînin "rahmetullahi aleyh", (Eşedd-ül-cihâd fî İbtâl-i Dâ’vel-ictihâd) adındaki kitâbının otuzbeşinci sahîfesinden i’tibâren on sahîfeyi arabcadan türkçeye terceme ediyoruz. Bunu okuyanlar, vehhâbîlerin yalan söylediklerini hemen anlıyacaklardır. [(Eşedd-ül-cihâd) kitâbı, (Minhat-ül-Vehbiyye) kitâbının devâmı olarak (Hakîkat kitâbevi) tarafından mükerreren basdırılmışdır.]
[Önce bu kitâbın put dediği Ahmed bin Alî Bedevînin "rahmetullahi aleyh" hayâtını kısaca bildirmek uygun görüldü. Şemseddîn Sâmî beğ (Kâmûs-ül’a’lâm) kitâbında diyor ki, (Ahmed Bedevî hazretleri, Evliyânın meşhûrlarından ve şerîflerdendir. Ya’nî hazret-i Hasenin soyundandır. Büyük dedesi, Haccâcın zulmünden, Fasa kaçmışdı. Kendisi hicretin 596 [m. 1200] yılında Fasda tevellüd etdi. Yedi yaşında iken, babası ve kardeşleri ile Mekkeye geldi. Altıyüzotuzüç (633) senesinde, gördüğü rü’yâ üzerine Irâka ve Şâma gitdi. Sonra, Mısrda Tanta şehrinde yerleşdi. Çok kerâmetleri görüldü. Yüksek bir Velî olduğu anlaşıldı. Şöhreti her tarafa yayıldı. Ziyâretcileri ve talebesi binleri aşdı. Altıyüzyetmişbeş 675 [m. 1276] senesinde Tantada vefât etdi.) Vehhâbî kitâbının, Ahmed Bedevî hazretlerine (Mülesseme) devletinin bir câsûsudur demesi de, alçakça ve çok çirkin bir iftirâdır. Mülesseme ve öteki ismi (Murâbıtîn) olan islâm devleti, hicretin dörtyüzkırk senesinde, Fasın cenûbunda kuruldu. Baş şehri (Merrâkiş) idi. İspanyayı ele geçirdi. Yüz sene sonra, hicretin beşyüzkırk (540) senesinde yok oldu. Yerine (Muvahhidîn) devleti kuruldu. Ahmed Bedevî hazretleri dünyâya geldiği zemân, Mülesseme devletinin yerinde yeller esiyordu. Kendi gitmiş, adı kitâblarda kalmışdı. Kitâbın müellifi, tefsîr ve hadîs ilmlerinde câhil olduğu gibi, târîh ve fen bilgilerinde de acınacak bir hâldedir. Arabca, ana lisânı olduğu için, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere ve islâm âlimlerinin kitâblarına çalakalem, bozuk ma’nâlar veriyor. Bunlardaki ince, yüksek bilgileri, günlük gazete haberi imiş gibi zan ederek, boş kafası ve kısa aklı ile anladığı gibi sanıyor. Böyle mezhebsizlerden ve din câhillerinden, Seyyid Kutb adında biri, kendi anladığına göre bir tefsîr yapmış, (Fî-Zılâl-il-Kur’ân) adındaki bu tefsîrini, Kâhire mason locası başkanı olan, dinde reformcu Muhammed Abdühün, islâmiyyeti yıkıcı, bölücü, bozuk yazıları ile doldurmuşdur. Allahü teâlâ, müslimân yavrularını böyle bozuk, zehrli kitâbları okuyup aldanmakdan korusun! Böyle türedi din adamlarının
– 256 –

tuzaklarına düşürmesin! Âmîn].
Seyyid Dâvüd "rahmetullahi aleyh" buyuruyor ki: Allahü teâlâ için adak yapmak ve hayvan kesmek ve bunların etlerini fakîrlere dağıtıp, sevâblarını Peygamberlere "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" ve Evliyâya "rahime-hümullahü teâlâ" hediyye etmek küfr, şirk olurmuş. Bunlara hemen cevâb vermek lâzımdır. Böyle söyliyenler mezhebsizdir. Bunlar, mezheb imâmlarına, islâm âlimlerine uymuyorlar. Kendi kısa görüşleri ile, noksan aklları ile konuşuyorlar. Burada, önce onları red edeceğiz. Sonra islâm âlimlerinin bildirdiklerini yazacağız.
Bekara sûresinin ikiyüzyetmişinci (270) âyet-i kerîmesinde meâlen, (Fakîre verdiğiniz sadakaları ve yapdığınız nezrleri, Allahü teâlâ biliyor) ve Hac sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, (Nezrlerini yerine getirsinler) buyuruldu. Dehr sûresinin yedinci âyetinde, (Onlar nezr etdiklerini yaparlar) buyurarak övmekdedir. Bu âyet-i kerîmelerde, Allahü teâlâ, nezr edenleri bilirim diyor. Nezr edenleri övüyor. Nezrin, fakîrlere nafaka olduğunu bildiriyor.Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimize sordular: Bir erkek veyâ bir kadın, Mekke şehrinden başka bir yerde, deve kesmeği nezr ediyor. Bu, câhiliyyet zemânında,putların önünde kesilen deve gibi mi olur? Cevâbında, (Hayır öyle olmaz, nezrini yerine getirsin! Allahü teâlâ, her yerde hâzır ve nâzırdır. Herkesin nasıl niyyet etdiğini bilir) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, sapık sözlere cevâb olarak yetişir. Allah rızâsı için kesilmesi nezr edilen hayvanı, sâlih kimselerin mezârları yanında keserek, etini orada bulunan fakîrlere dağıtmak ve sevâbını o sâlih kimsenin rûhuna bağışlamak câizdir. Bir zararı yokdur. Allah rızâsı için kesilmesi adak yapılan hayvan elbette kesilecekdir. Bu hayvanı kesmek, bir ibâdetdir. Etini fakîrlere dağıtmak da, ayrı bir ibâdetdir. Bu her iki ibâdetin başka başka sevâbları vardır.
Müellifin, ölüler için adak yapılmasını ve mezâr yakınında, Allahü teâlâ için hayvan kesmesini, puta tapmağa benzetmesi, müslimânlara büyük iftirâdır. Bu sözünü, âyet-i kerîme ile ve hadîs-i şerîf ile isbât etmesi lâzımdır. Adak için, böyle bir isbât yapamıyor. Kâfirler için, müşrikler için gelmiş olan âyet-i kerîmeleri müslimânlara bulaşdırmağa kalkışıyor. Fıkh âlimlerinin kitâblarında harâm veyâ mekrûh hattâ câiz olduğu bildirilen şeyleri yazarak, küfrdür, şirkdir, yaygarasını basıyor. Zâten, mezheb imâmlarına, fıkh âlimlerine kıymet vermiyor. Ehl-i sünneti aldatmak için, müslimânların gözünü boyamak için, işine gelen, çıkarına yarıyan yerleri yazıyor. Hâlbuki, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden kendi anladığına uymakdadır. Bekara sûresinin yüzyetmişüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Müşrikler, Allahdan başkası için ihlâl ediyorlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeyi ileri sürüyor. Hep bu âyet-i kerîmeyi koz olarak kullanıyor. Allahü teâlâdan başka niyyet ile hayvan kesen kâfir olur, müşrik olur diyor. Bunun sözüne göre, bütün müslimânlar kâfir olmakdadır. Çünki islâm memleketlerinde hergün yimek için milyonlarca hayvan kesiliyor. Bunların hiçbiri Allahü teâlânın rızâsı için, ibâdet olmak için değil, ticâret için veyâ yimek için kesilmekdedir. Allahü teâlâdan başkası  için hayvan kesen müşrik olur diyen kimse, buna nasıl cevâb verebilir?
Başka yerlerde keserek, sevâbını ölülerin rûhuna göndermek câiz olur diyorlar. Onlara göre, bunun da küfr ve şirk olması lâzım gelir. Bunları Allah için kesiyoruz, etini fakîrlere dağıtıp sevâbını ölülerimize bağışlıyoruz diyorlar. Onlara deriz ki, Peygamber için ve Evliyâ için diyerek de bu niyyet ile kesilmekdedir. Bunlar için hayvan kesenin niyyetinin bozuk olduğunu nereden anlıyorsunuz? Herkesin niyyetini yalnız Allahü teâlâ bilir ve Onun haber verdiği kimse bilir. Başka kimse bilemez. İleri sürdükleri, yukarıdaki âyet-i kerîmedeki (İhlâl) kelimesi, bağırarak söylemek demekdir. Câhiliyye zemânında, putlara tapanlar, hayvan keserken (Lât için) ve (Uzzâ için) diyerek bağırırlardı. Müslimânlar, (Bismillâh) veyâ (Allahü ekber) diyerek keser. Müşrikler, Allah adı yerine putların ismini söylerlerdi. Bir müslimân, Allahü teâlânın ismi yerine, meselâ Abdülkâdir-i Geylânî "rahmetullahi aleyh" veyâ Ahmed Bedevî "rahime-hullahü teâlâ" için diyerek keserse, bunu bilerek söylemesi, harâm olur, bilmiyerek söyledi ise, âlimlerin buna öğretmesi lâzımdır. Buna hemen kâfir denemez. Bu söylediklerimizi dahâ da îzâh edelim:
İbni Nüceym Zeynül’âbidîn-i Mısrînin[1] (Bahr-ür-râık) ve kardeşi Ömer ibni Nüceymin[2] (Nehr-ül-fâık) kitâblarında ve Kâsım bin Katlûbüganın (Dürer-ül-bihâr) şerhinden alarak (Redd-ülmuhtâr)ın yemîn kısmında diyor ki, (Câhillerin ölüler için yapmakda olduğu adaklar ve Evliyâya yaklaşmak için türbelerine götürülen kandil yağları, mumlar ve paralar yalnız ölü için olursa bâtıldır, harâmdır. Fekat yine küfr değildir, şirk değildir. Fukarâya dağıtmak ve sevâbını Evliyânın rûhuna göndermek için olursa câ[1] Zeynül’âbidîn 970 [m. 1562] de vefât etdi.
[2]  Ömer 1005 [m. 1597] de vefât etdi.

izdir. Kâsım bin Katlûbüga, (Nezr yapmak ibâdetdir. Mahlûk için ibâdet yapmak câiz olmaz) diyor. Bu sözü, (Nezr, bir fâide getirmez, cimrinin malının gitmesine sebeb olur) hadîs-i şerîfine uymamakdadır. Bu hadîs-i şerîf, nezrin mekrûh olduğunu gösteriyor. Mekrûh olan şey, ibâdet olmaz. Müslimânların hayvan adamaları ve başka şey adamaları, hep Evliyânın türbesinde bulunan veyâ başka yerlerdeki fakîrlere dağıtmak içindir. Malın, etin ölüye verilmesini, ölünün kullanmasını düşünen hiç kimse yokdur. Hanefî mezhebinde, nezrin bir yerde yapılmasını belli etmek lâzım değildir. Belli edilen yerde yapılması da lâzım olmaz. Meselâ, falan Velî için nezrim olsun demek câizdir. Böyle söylemek, Allah için yapdığım nezrin sevâbı, bu Velî için olsun demekdir. Bu hayvanı, bu Velînin mezârı yanında kesmek lâzım olmaz. Başka yerde kesmek, başka yerdeki fakîrlere dağıtmak da câiz olur. Nerede kesilirse kesilsin, sevâbı niyyet edilen Velînin rûhuna gider. Bununla berâber, yukarıdaki yazı, Kâsımın sözüdür. Kendisi, Kemâleddîn Muhammed ibni Hümâmın talebesidir. [İbni Hümâm 790 [m.  1388] da tevellüd ve 861 [m. 1456] de vefât etmişdir.] Önce gelen âlimlerden hiçbiri Kâsım gibi söylememişdir. Yalnız İbni Teymiyye söylemişdir. İbni Teymiyye, çeşidli adaklar yapmak, bilhâssa hayvan kesmeği adamak ve kabr ziyâreti gibi işlerde müslimânları kötülemekde aşırı gitmekdedir. Kendisine, zemânında bulunan ve sonra gelen Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu cevâblar vermiş, ortaya atdığı sapık düşünceleri çürütmüşlerdir. Kâsımın sözüne doğru denilse bile bu sözün müslimânları lekelemiyeceğini islâm âlimleri bildirmişlerdir. Çünki Kâsım da, fakîrlere dağıtmak niyyet edilirse câiz olur demekdedir. Bütün müslimânların adaklarını bu niyyet   ile yapdıklarını yukarıda bildirmişdik. Ehl-i sünnetin Kâsıma benziyen sözlerini, vesîka olarak ileri sürmeleri, müslimânları aldatmak içindir. Çünki onlar, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden başka sözleri vesîka olarak kabûl etmemekdedirler. Biz de, onlara sorarız: Peygamberlere ve Evliyâya adak yapmanın şirk olduğunu gösteren âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf isteriz. Karşımıza yalnız yukarıda yazdığımız (ihlâl) âyet-i kerîmesini çıkarıyorlar. Bu âyet-i kerîmeye dayanmaları, bir şübhe ve ihtimâldir. Şübhe ile ve ihtimâl ile mantık yürütülmez. İstidlâl yapılamaz. [(Dürr-ül-muhtâr) fıkh kitâbında, bu âyet-i kerîme için, hayvanı kesip, toprakla örtmek, fakîrlere dağıtmamakdır, diyor. Görülüyor ki, hac zemânında, Minâda kesilen yüzbinlerle hayvanı toprak altında bırakmaları, açlara, muhtâclara dağıtmamaları (ihlâl) olmakdadır. Böyle yapanların müşrik, kâfir olmaları îcâb eder.] Yimek için, meselâ müsâfir için hayvan kesmek, ihlâl olmaz. Çünki, İbrâhîm  aleyhisselâmın sünnetidir. Yimek için hayvan kesmek ihlâl olsaydı, müşriklerin ihlâlini İbrâhîm aleyhisselâm elbet yapmazdı.)
[Zemahşerî Ebülkâsım Mahmûd cârullah mu’tezilî 538 [m. 1144] de Cürcâniyyede, Ebû İshâk İbrâhîm Merûzî şâfi’î 340 [m. 952] da, Sun’ullah Halebî Mekkî hanefî 1117 [m. 1705] de vefât etdi. Bunun (Seyfullah alâ-men kezzebe alâ-Evliyâillah) kitâbı, Evliyânın "rahime-humullahü teâlâ" kerâmetlerini uzun anlatmakdadır. Şerîf Ahmed Bedevî 675 [m. 1276] de Mısrda Tantada, Şemseddîn Sâmî beğ 1322 [m. 1904] de İstanbulda Erenköyde, vefât etdiler "rahmetullahi aleyhim ecma’în". Seyyid Kutb 1386 [m. 1966] da Mısrda çıkardığı fitne sonunda öldürüldü. Kâsım bin Katlûbüga Mısrî hanefî 879 [m. 1474] da vefât etdi. Şemsüddîn Muhammed Konevînin (Dürer-ül-bihâr)ı şerh ederken, nezr, adak bahsinde verdiği bilgileri, İbni Âbidîn açıklamakdadır.]
Tekrâr edelim ki, Evliyâ için, ya’nî Allahü teâlânın sevdiği kulları için hayvan kesmeği adamakda üç niyyet bir arada düşünülmekdedir: Hayvanı, Allahü teâlâ için kesmek. Etini ve başka şeylerini fakîrlere dağıtmak. Sevâbını Velînin rûhuna bağışlamak. Her müslimân, hayvanını böyle adamakdadır. Böyle hayvan adamak, müsâfir için kesmekden dahâ iyidir. Çünki, çok olur ki, müsâfir zengin olur. Sadaka alması câiz olmaz. Evet, devlet adamları ve sultân yâhud beklenilen yolcu gelince, onlar için hayvan kesmek ve etini fakîrlere dağıtmayıp, boş yere bırakmak, kâfirlerin putları için hayvan kesmesine benzemekdedir. Bu da, şâfi’î mezhebinde harâmdır.
Allâme ibni Hacer-i Mekkîye "rahmetullahi aleyh" soruldu: Diri olan Velî "rahime-hullahü teâlâ" için nezr yapmak câiz midir? Nezr olunan şeyleri o Velîye veyâ herhangi bir fakîre vermek lâzım mıdır? Ölmüş olan Velî için nezr yapmak câiz midir? Nezr olunan malı Velînin çocuklarına ve akrabâsına, yâhud onun yolunda bulunanlara, talebesine, hizmetçilerine vermek lâzım mıdır? Mezâr üzerine kabr, dıvâr, parmaklık, sıva gibi şeyler yapmak için nezr sahîh olur mu?
CEVÂB: Diri olan Velî için adak yapmak sahîhdir. Adak olunan malı ona vermek vâcibdir. Başka hiçbir yere vermek câiz olmaz. Ölmüş olan Velî için nezr yapmağa gelince, mal meyyitin olsun diye niyyet edilirse, nezr bâtıl olur, sahîh olmaz. Başka bir hayr için meselâ, çocuklarına, talebesine, türbesindeki veyâ başka yerdeki fakîrlere vermeği, yidirmeği niyyet ederse, adak sahîh olur. Niyyet etdiği şeyleri vermesi vâcib olur. Adak sâhibi hiçbirşey niyyet etmedi ise, zemânındaki müslimânların âdetlerine bakılır.
– 260 –

Hemen her müslimân, ölü için nezrim olsun diyerek, yazdığımız yerlerden birine vermeği ve sevâbını ölüye bağışlamağı düşünmekdedir. Adak yapan da, bu yerleşmiş, kökleşmiş âdetleri bildiği için, onlar gibi nezr etmiş olur. Vakfda olduğu gibi, nezri sahîh olur. Vakfda, şartlarını söylemese, yerleşmiş âdetlerdeki şartlara göre vakf etmiş sayılmakdadır. Mezârların yapılması, sıvanması için yapılan nezrler bâtıldır. Fekat imâm-ı İzra’î ve Zerkeşî ve başkaları buyurdu ki, Peygamberlerin, Evliyânın ve âlimlerin mezârlarını ve yırtıcı hayvanların, hırsızların ve düşmanların açmasından korkulan mezârları korumak için üzerlerine dıvâr, parmaklık gibi şeyler yapmak câizdir. Böyle fâideli şeyleri adamak sahîh ve câiz olur ve iyi olur. Bunlar için vasiyyet yapmak da böyledir. İbni Hacer-i Mekkînin fetvâsı dahâ uzundur. Kitâbımıza bu kadarı yetişir. Bu konuda Hayreddîn-i Remlînin de fetvâları vardır. Bu fetvâların aslı, imâm-ı Râfi’înin "rahime-hullahü teâlâ" Cürcândaki kabri için yapılan adak üzerindeki yazılardır. İbni Hacer-i Mekkî bunları (Tuhfe) kitâbında ve fetvâlarında uzun bildirmişdir. Şâfi’î mezhebinde sözbirliği ile câizdir. [Ahmed İzra’î şâfi’î 783 [m. 1381] de Şâmda, Muhammed Zerkeşî şâfi’î 794 [m. 1392] de Mısrda, Abdülkerîm Râfi’î şâfi’î 623 [m. 1227] de Kazvînde vefât etdiler "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în".]
[Hanefî mezhebindeki fıkh kitâblarının en kıymetlilerinden olan (Dürer ve Gurer) kitâbında Molla Husrev "rahmetullahi aleyh", yemîni anlatırken diyor ki, farz veyâ vâcib olan ibâdetlerden birine benziyen ve nemâz, oruc, sadaka, i’tikâf gibi başlıbaşına ibâdet olan birşeyi nezr edenin, bunu yapması lâzım olur. Hasta ziyâret etmek, cenâze taşımak, câmi’e girmek, yol, çeşme, hastahâne, mekteb, câmi’ yapmak gibi, farz veyâ vâcib cinsinden olmıyan şeyler nezr edilmez. Bunlar nezr edilirse, yapılmaları lâzım olmaz. Allah rızâsı için Receb ayında oruc tutayım demek gibi (Mutlak nezr) ve yolcum gelirse, Allahü teâlâ için sadaka vermek nezrim olsun demek gibi, istenilen bir şarta bağlanan (Mu’allak nezr) söylenince, şart hâsıl olduğunda, nezr olunan ibâdetleri yapmak vâcib olur. Hadîs-i şerîfde, (Nezr olunanı yapmak lâzımdır) buyuruldu. Hastalıkdan kurtulursam, bir koyun kesmek nezrim olsun demek nezr olmaz ve koyunu kesmesi lâzım gelmez. Allahü teâlânın rızâsı için bir koyun kesmek demek lâzımdır. Allahü teâlâ için deyince, nezr olup, kesmesi lâzım olur. Bin lira sadaka vermeği, nezr eden kimsenin yüz lirası olsa, yüz lira vermesi lâzım olur. Malı varsa, satıp bin lirasını sadaka verir. Şu yüz lirayı, şu günde falan fakîre vermeği nezr edip, başka yüz lirayı, başka günde, başka yerde, başka fakîrlere vermesi câiz olur. [Molla Muhammed Husrev 885 [m. 1480] de Bursada vefât etdi.]
İbni Âbidîn, nâfile nemâzları anlatırken, (Nezr, birşeyin husûlüne mâni’ olmaz) hadîsini bildirerek, bundan, bir nâfile nemâzı kılmadan önce, bunu şarta bağlı nezr etmenin yasak olduğu anlaşılıyor diyor. Çünki nezr olunan nemâzın bir isteğe karşılık olmasını andırmakdadır. Buhârî kitâbını şerh edenler, bunun yasak olması, nezr olunan nemâzın, şart edilen şeyin hâsıl olmasına te’sîr edeceğini sanan kimseler içindir dediler ise de, hadîs-i şerîf, nâfilelerin mutlak nezr yapılarak kılınmasını da yasaklamakdadır diyor. Bundan anlaşılıyor ki, şarta bağlı yapılan nezr, ibâdeti, şart edilen şeye karşılık yapmak değildir. Allahü teâlâya şükr olarak yapılmakdadır. Şükr secdesi yapmak gibidir. İbâdet ile ve ibâdetin sevâbı hediyye edilen sâlih kimsenin düâsı ile, Allahü teâlânın merhametini istemekdedir.].
Mâlikî mezhebi âlimlerinden şeyh Halîlin[1] (Muhtasar-ı Halîl)i şerhinde diyor ki, (Niyyet ederek veyâ söyliyerek, Mekkeden başka bir yere, meselâ Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" veyâ bir Velînin kabrine, kesmek için deve, koyun gibi hayvan götürürse, bunları keser, etlerini fakîrlere dağıtır. Bu kabrlere elbise, para, yemek gibi şeyler göndermek isterse, oradaki hizmet edenlere, zengin olsalar bile, dağıtmağı niyyet etdi ise, onlara gönderir. Eğer sevâbını onlara bağışlamağı niyyet etdi ise, bunları kendi memleketinde fakîrlere dağıtır. Hiçbirşey niyyet etmedi ise, yâhud niyyetini bildirmeden kendisi öldü ise, memleketindeki âdete göre olur). İbni Arefe ve Bürzülî de, böyle yazmakdadırlar. [İbni Arefe Ahmed Endülüsî 536 [m. 1142] da Merâkişde, Ebülkâsım Muhammed Bürzülî mâlikî 844 [m. 1438] de Tunusda vefât etmişdir.]
Hanbelî mezhebine gelince, Mensûr Behütî, (İknâ’) kitâbı hâşiyesinde ve İbni Müflih, (Fürû’) kitâbında, İbni Teymiyyeden alarak bildiriyor ki, (Belli bir Velîden, sıkıntısını gidermesi veyâ özlediğine kavuşdurması için birşey adamak, Allahdan başkası için adamakdır. Allahdan başkası için yemîn etmek gibidir. Başkalarına göre bu nezr, sahîhdir. Fekat günâhdır.) Buradan anlaşılıyor ki, Evliyâdan yardım için, onlara nezr yapmak, İbni Teymiyyeye göre tenzîhen mekrûhdur. Hanbelî âlimlerinden başkalarına göre, günâhdır demesi, İbni Teymiyyenin günâh demediğini anlatmakdadır. Peygambere "sallallahü aleyhi ve sellem" kandil, mum adayan


[1] Şeyh Halîl 767 [m. 1365] de vefât etdi.

kimsenin bunları Medîne şehrinde bulunan fakîrlere vermesini, İbni Teymiyyenin bildirmekde olduğu, ((İknâ’) hâşiyesinde yazılıdır. [Mensûr bin Yûnus 1051 [m. 1642] de Mısrda, Şemsüddîn Muhammed bin Müflih 763 [m. 1361] de Şâmda vefât etdi.]
Peygamberler "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" ve Velîler "rahime-hümullahü teâlâ" için hayvan kesmeği adamak, Allahü teâlânın rızâsı için keserek sevâbını bunlara bağışlamak demekdir. Hadîs-i şerîfde, (Allahdan başkası için hayvan kesene Allah la’net eylesin) buyuruldu. İbni Kayyım-i Cevziyye (Kitâb-ül-Kebâir) kitâbında ve imâm-ı Zehebî (Kebâir) kitâbında ve ibni Hacer-i Mekkî (Zevâcir) kitâbında, bu hadîs-i şerîfi açıklıyorlar. Allahü teâlâdan başkası için kesmek demek, keserken, seyyidim, filân Velî için demekdir diyorlar. Kâfirler de keserken putun ismini söyliyerek kesiyorlar. Allahü teâlânın ismi yerine başka ismler söyliyerek kesmek böyledir. İmâm-ı Nevevî "rahmetullahi aleyh" (Ravda) kitâbında diyor ki, (Beytullah olduğundan dolayı, Kâ’be için diyerek kesmek ve Resûlullah olduğundan dolayı, Peygamber için diyerek kesmek câizdir. Mekkeye veyâ Kâ’beye hediyye göndermek de böyledir). [Muhammed Zehebî 748 [m. 1348] de Mısrda vefât etdi.]
Sultân veyâ devlet adamları gelince, onların gözüne girmek için hayvan kesmenin harâm olduğunu yukarıda bildirmişdik. Bunlar geldiği zemân, sevinerek kesmek ve çocuğu dünyâya gelince, sevinerek kesmek veyâ kızmış birinin gönlünü almak için kesmek câizdir. Gönlünü almak başkadır, gözüne girmek başkadır. Put için kesmek, büsbütün başkadır. Cin için kesilen kurbanlara gelince, Allah için keserek, Allahın, böylece cinden korumasını düşünmek câizdir. Böyle düşünmeden kesmesi  harâmdır.
Görülüyor ki, islâm âlimleri, herşeyi cevâblandırmışlar, kimsenin birşey söylemesine ihtiyâc bırakmamışlardır. Herkes aradığını kitâblarda bulmuşlardır. Bir ahmak ve câhil kimse ortaya çıkarak, müslimânları parçalamak, bölücülük yapmak ve islâm âlimlerini kötülemek ve hak yolunda çalışanları gözden düşürmek için, bozuk fikrler yayarsa, bunun sapık veyâ zındık olduğu anlaşılır. Aklı olan kimse, buna inanmaz ve aldanmaz. Deccâlın askerleri gibi olanlar, ancak o ahmaka inanacaklardır. Her doğruya iğri, her güzele çirkin diyeceklerdir.
Müezzin efendi, ezân okurken, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" ismini söyleyince, bunu işitenler, iki elin başparmaklarının tırnaklarını, gözlerinin üstüne koyarak (iki gözümün nûrusun sen yâ Resûlallah!) der. Bunu ba’zı âlimler, meselâ Deyrebî

(Mücerrebât) kitâbında yazmakdadır. Bunu bildiren bir hadîs-i şerîf görmedik. Fekat (Sâlihler zikr olundukda, rahmet iner) hadîs-i şerîfi, bu işin câiz olduğunu göstermekdedir. İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel ve ibni Cevzî ve ibni Hacer, bunun hadîs olduğunu bildiriyorlar. İmâm-ı Süyûtî de, bu hadîsi (Câmi-us-sagîr)de bildirmekdedir. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", hiç şübhesiz, Peygamberlerin ve sâlihlerin en üstünüdür. Onun ismi anılınca, Allahü teâlâ rahmet ve merhamet etmekdedir. Allahü teâlânın rahmet etdiği zemânda yapılan düâ kabûl olur. Ezân okunurken, (Seninle gözüm nûrlanır, kalbim sevinir yâ Resûlallah!) demek, dünyâda ve âhıretde sevinmek için düâdır. Böyle düâ etmek islâmiyyete uygundur. Hanefî âlimlerinden Tahtâvî, (Merâkıl-felâh) hâşiyesinde, Kuhistânîden bildiriyor ki, ezân okunurken, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" ismini ikinci işitince, iki baş parmağı gözler üzerine koyup, (Kurret ayneyye bike yâ Resûlallah, Allahümme metti’nî bissem’i vel-basari) demek müstehabdır. Çünki, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", böyle yapanı Cennete götürür. Şeyhzâde Muhammed hanefî, Beydâvî tefsîri hâşiyesinde, Ebil Vefâdan alarak bildiriyor ki, ba’zı fetvâlarda gördüm  ki, Ebû Bekr-i Sıddîk, ezân okunurken, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" ismini işitince, iki baş parmağının tırnağını öpdü. Sonra, gözlerine sürdü. Niye böyle yapdın buyurulunca, senin mubârek isminle bereketlenmek için yâ Resûlallah dedi. (Güzel yapdın. Böyle yapan, göz ağrısı çekmez) buyuruldu. Tırnakları göze koyunca, (Allahümmahfaz ayneyye ve nevvirhümâ) demelidir. Deylemî, (Firdevs) kitâbında, Ebû Bekr-i Sıddîkın "radıyallahü anh" haber verdiği hadîs-i şerîfi yazıyor. Bu hadîs-i şerîfde, (Müezzin "Muhammeden resûlullah" deyince, bir kimse, iki baş parmağını öper, sonra gözlerine sürer ve "Eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resûlüh, Radıytü billâhi rabben ve bil-islâmi dînen ve bi-Muhammedin sallallahü aleyhi ve selleme nebiyyen" derse, şefâ’atim ona halâl olur) buyuruldu. Tahtâvînin yazısı temâm oldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Ezân okunurken ismimi işitince, iki baş parmağını gözüne koyanı, kıyâmet günü arar, bulur ve Cennete götürürüm) buyuruldu. Kuhistânî, (Kenz-ül-ibâd) kitâbından alarak diyor ki, ezân okunurken, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" ismini ilk işitince, (Sallallahü ve selleme aleyke yâ Resûlallah!) demek ve ikinci işitmekde, (Kurret ayneyye bike yâ Resûlallah!) demek, sonra iki baş parmağını gözleri üstüne koyup, çekmeden, (Allahümme metti’nî bissem’i vel-basari) demek, müstehabdır. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimiz bu kimseyi Cennete  götürür.
– 264 –

[Ahmed Tahtâvî 1231 [m. 1815] de, Şeyhzâde Muhammed hanefî 951 [m. 1544] de İstanbulda, Ebülvefâ 896 [m. 1490] da İstanbulda, Kuhistânî Muhammed hanefî 962 [m. 1508] de Buhârâda, Muhammed bin Süleymân Medenî şâfi’î 1194 [m. 1780] de Medînede, Muhammed bin Abdül’azîm Mekkî 1052 [m. 1643] de, İbni Hazm Alî Zâhirî 456 [m. 1064] de, Dâvüd-i zâhirî İsfehânî 270 [m. 883] de Bağdâdda, Ahmed ibni Hilligân 681 [m. 1281] de Şâmda, Haccâc-ı zâlim Sekafî, Abdülmelik ve oğlu Velîd zemânında Medîne ve Irak vâlîsi iken 95 [m. 714] de vefât etdi.]
31 (Eşedd-ül-cihâd) kitâbında diyor ki, Muhammed bin Süleymân-ı Medenî Şâfi’î "rahmetullahi aleyh"den Muhammed bin Abdülvehhâb-ı Necdî soruldu. Cevâb olarak, (Bu adam son zemânın câhillerini sapık yola sürüklemekdedir. Allahü teâlânın nûrunu söndürüyor. Allahü teâlâ, müşrikler istemese de, nûrunu söndürmiyecek, her yeri Ehl-i sünnet âlimlerinin nûrları ile aydınlatacakdır) dedi. Muhammed bin Süleymânın fetvâlarının sonundaki süâl ve cevâb da şöyledir:
SÜÂL: Büyük âlimler! Mahlûkların en iyisinin yolunu gösteren yıldızlar! Size soruyorum: Bir kimse, çeşidli din kitâblarını okuyup, bilgilerini kısa görüşü ile ve noksan aklı ile dartarak, bu ümmetin hepsinin dînin özünden ve Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" yolundan ayrıldıklarını, sapıtdıklarını söylese ve kendisinin müctehid olduğunu, Allah kelâmından ve Resûlullahın hadîslerinden bilgiler çıkardığını ileri sürse, hâlbuki âlimlerin, bir müctehidde bulunması lâzım dedikleri şartlardan hiçbiri bunda bulunmasa, bu sözleri yaymasına izn verilir mi? Yoksa, vazgeçip, islâm âlimlerine uyması lâzım mıdır? Kendisinin imâm olduğunu, her müslimânın ona uyması vâcib olduğunu, mezhebinin lâzım olduğunu söylüyor. Müslimânları mezhebine sokmağa zorluyor. Kendisine uymıyanlara kâfir diyor. Bunları öldürmeli, mallarını paylaşmalı diyor. Bu adam doğru mu söylüyor? Yoksa yanlış mıdır? Bir kimsede, ictihâd için lâzım olan şartların hepsi bulunsa, bir mezheb kursa, herkesi bu mezhebe girmeğe zorlaması câiz olur mu? Belli bir mezhebe girmek lâzım mıdır? Yoksa herkes dilediği mezhebi seçmekde serbest midir? Sâlih bir kulun veyâ Sahâbînin kabrini ziyâret eden, buna adak yapan, kabr yanında hayvan kesen, onu vesîle ederek düâ eden, toprağından alıp bereketlenmek için saklıyan, tehlükeden kurtulmak için, Resûlullahdan "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" veyâ Sahâbîden yardım istiyen bir müslimân, dinden çıkar mı? Ben bu kabrin sâhibine tapınmıyorum, onun birşey yapacak güçde olduğuna inanmıyorum. Onun

Allahü teâlânın sevgili kulu olduğuna inandığım için, Allahü teâlânın dileğime kavuşdurması için, onu vesîle, sebeb yapıyorum dediği hâlde, böyle yapanı öldürmek halâl olur mu? Allahdan başka birşey ile yemîn eden kimse, dinden, îmândan çıkar mı?
CEVÂB: İyi anlamalıdır ki, ilm üstâddan öğrenilir. İlmi, dîni, kendi kendine kitâbdan öğrenenler çok yanılır, yanlışı, doğrusundan çok olur. Bugün, ictihâd edecek kimse yokdur. İmâm-ı Râfi’î ve imâm-ı Nevevî ve Fahreddîn Râzî dediler ki, bugün hiç müctehid kalmadığında âlimler sözbirliğine varmışdır. İmâm-ı Süyûtî gibi, her ilmde deniz gibi olan derin bir âlim nisbî müctehid, ya’nî mezheb içinde müctehid olduğunu bildirince, hiçbir âlim bu sözünü kabûl etmedi. Hâlbuki, mutlak müctehid olduğunu, mezheb sâhibi olduğunu söylememişdi. Beşyüzden fazla kitâb yazdı. Her kitâbı, tefsîr ve hadîs ilmlerinde ve din bilgilerinin herbirinde çok yüksek derecede olduğunu göstermekdedir. İmâm-ı Süyûtî gibi bir âlimin nisbî müctehid olduğu kabûl edilmeyince, onun yüksek derecesinden çok uzak olanların böyle sözlerine inanılır mı? Hiç dinlenmez bile.Hele islâm âlimlerinin kitâblarının bozuk olduğunu da söylerse, bunun aklından ve dîninden şübhe olunur. Çünki bu kimse, Resûlullahı "sallallahü aleyhi ve sellem" ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirini görmediğine göre ilmini nereden öğrendi? Birşeyler öğrendi ise, islâm âlimlerinin kitâblarından öğrenmişdir. O âlimlerin kitâblarına bozuk derse, kendisi doğru yolu nereden bulmuşdur? Bunu bize açıklasın! Dört mezhebin imâmları ve bunların mezheblerinde yetişmiş olan büyük âlimler, bütün bilgilerini âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır. Bu adam, onlara uymıyan bilgilerini nereden çıkarmışdır? Onun ictihâd derecesine varamamış olduğu meydândadır. Bu adama düşen iş, sahîh bir hadîs görüp, anlamadığı zemân, müctehidlerin bu hadîs-i şerîfden anlayıp bildirdiklerini araşdırmalıdır. Bunlar arasında beğendiğine uymalıdır. Böyle yapmak lâzım geldiğini, derin âlim imâm-ı Nevevî "rahime-hullahü teâlâ" (Ravda) kitâbında bildirmekdedir. Âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri, ancak ictihâd derecesine yükselmiş olan derin âlimler anlıyabilir. Müctehid olmıyanların, âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri anlamağa kalkışmaları câiz değildir. Abdülvehhâb oğlunun doğru yola gelmesi, bozuk sözlerinden vaz geçmesi lâzımdır.
Vehhâbî kitâbını yazan müellifin, müslimânlara kâfir demesine gelince, hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, bir müslimâna kâfir dese, ikisinden biri kâfir olur. Söylediği kimse müslimân ise, kendisi kâfir

olur) buyuruldu. İmâm-ı Abdülkerîm Râfi’î "rahmetullahi aleyh"[1] (Şerh-ul-kebîr) kitâbında (Tuhfe)den alarak diyor ki, (Müslimâna kâfir diyen ve te’vîl edemiyen kimse, kâfir olur. Çünki, islâma küfr demekdedir). İmâm-ı Nevevî de, (Ravda) kitâbında bunu bildiriyor. Ebû İshak İbrâhîm İsferâînî[2] ve Hüseyn Halîmî Cürcânî[3] ve Nasr-ul-mukaddesî Nablüsî ve Gazâlî ve İbnü Dakîk-il-iyd ve dahâ birçok âlimler, te’vîl etse de etmese de, kâfir olur diyorlar. [Nasrul-mukaddesî 490 [m. 1096] da vefât etdi.]
Müslimânların kanı ve malı halâl olur demesine gelince, hadîs-i şerîfde, (Kâfirlere lâilâhe illallah dedirtinceye kadar, harb etmekle emr olundum) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, müslimânı öldürmek câiz değildir. Bu hadîs-i şerîf, Tevbe sûresinin altıncı âyetinin, (Tevbe edenleri ve nemâz kılıp zekât verenleri serbest bırakınız) meâl-i şerîfinden alınmışdır. Tevbe sûresinin onikinci âyetinde meâlen, (Onlar din kardeşlerinizdir) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Biz görünüşe göre anlarız. Gizli olanları Allahü teâlâ bilir) buyuruldu. [Kitâbın müellifi, bu hadîs-i şerîfe de inanmıyor. Yüzkırkaltıncı sahîfesinde, biz söze bakmayız, maksada ve ma’nâya bakarız diyor. Bunun gibi, kitâbının birçok yerlerinde âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere uymıyan yazılar vardır.] Bir hadîs-i şerîfde, (İnsanların kalblerini yarmak, gizli şeylerini anlamak için emr olunmadım) buyuruldu. Üsâme hazretleri, Lâilâhe illallah diyen bir kimseyi öldürdüğü zemân, kalbinde îmân yokdu deyince, Peygamberimiz "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" (Kalbini yardın mı?) buyurdu.
Bir müctehidin insanları kendi mezhebine girmek için zorlaması câiz değildir. Müctehid olan zât, mahkemede kâdî ise, o zemân kendi ictihâdı ile karâr verir ve bu karârın yapılmasını emr eder.
Evliyâ için adak yapmağa gelince, Şâfi’î âlimleri bunu uzun bildirmekdedir. (Hibe) kitâbı, (Tuhfe) kitâbından alarak bildiriyor ki, ölmüş bir Velî için nezr eder ve adak etdiği malın ölünün olmasını niyyet ederse, bu nezr sahîh olmaz. Ölünün olmasını niyyet etmezse, nezri sahîh olup, nezr olunan mal, hizmetcilere, türbe yanındaki mekteb talebe ve hocalarına, fakîrlere verilir. Türbe yanında adak malını almağa alışık kimseler toplanmış ise ve Velî[1] Râfi’î 623 [m. 1226] da Kazvinde vefât etdi.
[2]  İsferâînî 418 [m. 1027] de Nişâpurda vefât etdi.
[3] Halîmî 403 [m. 1012] de vefât etdi.

ye nezr olunan malın bunlara verilmesi âdet olmuş ise, bunlara verilir. Böyle bir âdet yoksa, nezr bâtıl olur. Semlâvîden ve Remlîden de böyle haberler gelmişdir. Herkes bilir ki, Evliyâ için adak yapanlar arasında hiç kimse yokdur ki, adak olunan malın ölüye verilmesini düşünmüş olsun. Çünki, ölünün birşey almıyacağını, birşey kullanmıyacağını herkes bilir. Bu malların fakîrlere veyâ türbede hizmet edenlere verileceğini bilmiyen yokdur. Bunun için ibâdet olmakdadır. Çünki, Şâfi’î mezhebinde mubâh olan, mekrûh ve harâm olan şeylerin nezr edilmesi sahîh olmaz. Yapması zâten farz ve vâcib olmıyan ibâdetler ve sünnetler nezr   olunur.
Kabrleri öpmek, yüzünü gözünü sürmek için, câiz olur da denildi. Olmaz da denildi. Câiz olmaz diyenler mekrûh dedi. Harâmdır diyen olmadı.
Peygamberleri "aleyhimüssalâtü vesselâm" ve sâlih kulları tevessül etmek, onları vesîle ederek Allahü teâlâya yalvarmak câizdir. Hadîs-i şerîflerle bildirilmişdir. Bunları kitâbımızın başında bildirmişdik. Sâlih ameller ile tevessül etmek câiz olduğunu bildiren çok hadîs-i şerîf vardır. İyi işlerle tevessül câiz olunca, iyi insanlarla tevessül dahâ çok câiz olur.
Allahü teâlâdan başka şeylere yemîn etmeğe gelince, yemîn olunan şey, ta’zîm olunursa, Allahü teâlâya şerîk, ortak tutulursa, ancak o zemân küfr olur. Hâkimin ve imâm-ı Ahmedin bildirdikleri ve Münâvîde yazılı (Allahdan başkası ile yemîn eden kâfir olur) hadîs-i şerîfi de bunu bildirmekdedir. Fekat imâm-ı Nevevî "rahmetullahi aleyh" âlimlerin çoğundan alarak, mekrûh olduğunu bildirmekde ve müslimânların icmâ’ı huccetdir demekdedir.
Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Kendisine tevhîd ve doğru yol bildirildikden sonra, Resûlullahın doğru yolundan sapan ve i’tikâd ve amelde mü’minlerden ayrılan kimseyi, âhıretde kâfirlerle birlikde Cehenneme sokarız) buyuruldu. Her mü’minin (Ehl-i sünnet vel cemâ’at) mezhebine uyması lâzım geldiği, bu âyet-i kerîmeden de anlaşılmakdadır. Sürüden ayrılan koyunu kurt kapar sözünü unutmamalıdır. Ehl-i sünnet vel cemâ’atden ayrılan da Cehenneme  gider.
Derin âlim Muhammed bin Süleymân Medenînin fetvâsı uzundur. Biz kısaltarak bildirdik. Allahü teâlânın hidâyet nasîb etdiği kimseye bu kadar yetişir. Bu âlim 1195 [m. 1780] senesinde vefât etmişdir. Muhammed bin Abdülvehhâb 1111 [m. 1699] senesinde Necd çölünde tevellüd ve binikiyüzaltıda (1206 [m. 1792]) öldü. Muhammed bin Süleymân bunun câhilliğini ortaya çıkardı.  Sözlerini çürütdü. İctihâd ediyorum demesini yalanladı. Onun hiçbir islâm âliminden ilm ve feyz almadığını, müslimânlara kâfir dediği için, kendisinin dalâlete düşdüğünü yaydı.
Hanefî âlimlerinden Muhammed bin Abdül’azîm Mekkînin "rahmetullahi aleyh"[1] (El-Kavl-üs-Sedîd) kitâbında, İbni Hazm Muhammed Alînin sapık yazıları bildirilmekde ve cevâb verilmekdedir. İbni Hazm, herkese ictihâd yapmağı emr ediyordu. Başkasına uymak harâmdır diyordu. Bu sözlerini, Nisâ sûresinin ellisekizinci âyetinin, (Uyuşamadığınız şeyi Allahü teâlânın ve Resûlünün bildirdiği gibi yapınız!) meâl-i şerîfi ile isbât etmeğe kalkışıyordu. Abdül’azîm, buna cevâb verirken, (Biz, elhamdülillâh büyük islâm âlimi imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye "rahime-hullahü teâlâ" uymak derecesinden dışarıda kalmıyoruz. Biz, o yüce imâma ve onun büyük talebelerine ve dahâ sonra gelen, Şemsüleimme gibi dünyâya nûr saçan derin âlimlere ve on asrdan beri yetişen böyle hakîkî âlimlere "rahime-hümullahü teâlâ" uymakla şerefleniyoruz) diyor.
İbni Hazm, Endülüslüdür. Zâhiriyye mezhebinde idi. Bu mezhebi Dâvüd-i İsfehânî kurmuşdu. Kendi de, mezhebi de yok oldu, unutuldular. İbn-ül-Ehed ve Zehebî ve İbni Hilligân diyor ki, İbni Hazma selâm verenler, ondan nefret ederlerdi. Sözlerini beğenmezlerdi. Onun sapık olduğunda sözbirliğine vardılar. Onu kötülediler. Sultânlara ondan sakınmalarını bildirdiler. Müslimânlara ona yaklaşmamalarını söylediler. İbn-ül Ârif diyor ki: İbni Hazmın dili ve Haccâcın kılıncı, aynı şeyi yapmışlardır. İbni Hazmın, hadîs-i şerîflere uymıyan habîs, sapık çok sözleri vardır. Haccâc-ı zâlim, yüzyirmibin ma’sûmu sebebsiz ve suçsuz öldürdü. İbni Hazmın dili de, hadîs-i şerîf ile bildirilen hayrlı zemânlardan sonra, yüzbinlerle müslimânı doğru yoldan sapdırdı. Çünki, kendisi 456 [m. 1064] senesinde öldü.
Allahü teâlâ, bütün müslimân kardeşlerimi sapık ve bozuk yola kaymakdan muhâfaza buyursun! Hepimize dört mezheb âlimlerinin hak olan ictihâdlarına uygun îmân ve ameller nasîb eylesin! Kıyâmet günü, onların mezhebinde olarak, Peygamberlerle, sıddîklarla ve şehîdlerle ve sâlihlerle birlikde haşr eylesin! Âmîn. Dâvüd bin Süleymânın (Eşedd-ül-Cihâd) kitâbından terceme burada temâm oldu. Bu kitâbın yazılması hicretin binikiyüzdoksanüç [1293] senesinde temâm olmuşdur. Arabîden türkçeye ter[1] İbni Abdül’azîm 1052 [m. 1642] de vefât etdi.

cemesi de, 1390 [m. 1970] senesinde yapılmış ve neşr edilmişdir. 32 (Mesâil-i mühimmeye cevâb-ı Nu’mân) adında bir kitâb elimize geçdi. İslâm harfleri ile 1385 [m. 1965] de Şâmda ikinci baskısı yapılmış. Kitâbı yazan Anadolunun Gümüşhâne vilâyetinde, eski Şîrân müderrisi Mustafâ oğlu Osmân efendinin oğlu, Gümüşhâneli Osmân Zekî adında bir vehhâbî imiş. Bu çocuğun, Şîrân kazâsından Hicâza gidip, sapıtmış olduğu anlaşılmakdadır. Bu bozuk ve zararlı kitâb, Hicâzda Türk hacılarına, parasız dağıtılmakdadır. Din bilgisi az olanlar, kitâbdaki yanlış ve yalan yazıları doğru sanarak, felâkete sürüklenmekdedir. Bid’at ehline aldananların hacları ve hiçbir ibâdetleri kabûl olmaz. Hâcı olalım derken, doğru yoldan çıkmış, bid’at, dalâlet felâketine sürüklenmiş olurlar.
Doksanaltı sahîfe ve küçük olan bu kitâbında diyor ki:
(Kur’ân-ı kerîm ve Resûl-i Rabbil’âlemîn, nemâz kılmıyana müşrik ve kâfir dedi. Vitr nemâzını, kunût okumadan bir rek’at kılmak yetişir. Resûlullah dahî şevvâl ayının hilâlini bilmiyordu. Bunun için, filan gaybı biliyor. İmdâd ediyor diyenler, Allahdan korkup, insanlardan utansınlar. Çünki, böyle şeyleri Kur’ân ve Peygamber yasaklamışdır. Bu utanmazlar, Peygamber efendimizle konuşup, Onun emri ile hareket etdiklerini, yutduruyorlar. Eşekden dahâ aşağı olduklarını yayıyorlar. Bu doğru olsaydı, Eshâb-ı kirâm arasında harb olmazdı. Resûlullah ile konuşup, Onun emri ile sıkıntıdan kurtulurlardı. Vesîle âyet-i kerîmesinin ma’nâsı, emrleri yapmak, yasaklardan sakınmakdır. Nâfilelerle meşgûl olmakdır. Kabrde olanlardan imdâd ve bereket istemek değildir. Çünki böyle yapmak eşeklik ve müşriklikdir. Müslimânlıkda böyle bir şey yokdur. Dîn-i islâm, böylelere müşrik ve kâfir diyor.
Gayr-i ihtiyârî hâricinde farz nemâzı terk edeni Allah ve Resûlü tekfîr ediyor. Bunların kazâ kılmaları da kabûl olmaz.
Filan falanın sözleri, âhıretde insanı kurtarmaz. Kitâba ve sünnete güvenmeyip, filanların sözleri ile ibâdet yapanlar, Cehenneme gideceklerdir. Kabrde o büyük denilen zâtlardan süâl olmıyacak. Allahdan ve Resûlünden olacakdır. Allahü teâlâ, bilmediğinizi ehl olanlardan sorup anlayın buyurdu. Yakalarını kurtarmak için Kur’ânın ve hadîsin zâhirî ve bâtınî ma’nâları vardır. Biz bâtınîsini anlamayız derler. Allah, Ehl-i îmâna, anlıyamıyacağı, yapamıyacağı şeyleri emr etmez. Bu husûsda (Ömer Rızâ)nın kitâbına bakınız. Pırlanta dürbin takınız, diyor.
Korkulu zemânda, ayakda yürürken de nemâz kılmak, Bekara sûresinin ikiyüzotuzsekizinci âyetinde emr olunuyor. Hadîslerde

kunût okumak emr olunmadı. Kunûtsuz vitr kılmak sahîhdir. Yalnız farzları ve bir rek’at vitri kılana dil uzatılmaz. Sünnetleri kılanlara sevâb vardır. Kılmıyanlara günâh yokdur.
Ey kardeşlerim! Âyetden, hadîsden söyliyorum. Kafamdan söylemiyorum. Hırlıyan ve uluyan müşrikler, Resûlullaha yalancı, büyücü diyenler gibidir. Kitâbı ve sünneti bildirenlerden kaçanlar, Hakdan kaçan alçaklara benziyor, diyor.
Mevlid okumak, tarîkatlar, delâil-i şerîf okumak, iskat ve telkîn, sonradan ortaya çıkarıldı. Bâtıl ve merdûddurlar. Bunları çıkaranlar, kendilerini Allahü teâlâ yerine koymuş oluyor. Kabûl edip yapanlar da, bunlara tapmış oluyorlar. Dinde herşey bildirildi. Söylenmedik kalmadı. (Ümmet yetmişüç fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız, benim ve Eshâbımın yolunda olanlar kurtulacakdır) buyuruldu. Bütün tarîkatler bâtıldır. Resûlullah zemânında olmıyan şeyler merdûddur. Kâdirî, Şâzilî, Mevlevî, Nakşibendî, Rıfâî, Ticânî, Hâlidî, Üveysî... dahâ nice tarîkatler, doğru yoldan ayrılmak, Kur’âna uymamakdır. Müslimân adından başka her ismi atmalıdır. Zemân-ı se’âdetdeki gibi kardeş olmalıdır. Selâmeti, kabrlerden, ölülerin rûhlarından istemek gibi, dîn-i islâmda olmıyanı yaparak, kâfir müşrik olmamalıdır. Dînimiz, zikr, tesbîh ve tekbîr için boncuklar ve tekkeler ve kabrler üzerine türbe, kubbe yapmağı emr etmedi. Türbeleri yıkmağı emr eyledi. Allahü teâlâ, (Bana düâ ediniz! Kabûl ederim) dedi. Peygamberlere düâ ediniz veyâ Evliyâya düâ ediniz demedi. Ya’nî mevtâ ile tevessül veyâ kabrlerinden ve rûhâniyyetlerinden imdâd taleb ediniz demedi. Peygamberlerin bize fâide ve zarar veremiyeceğini Allah bildiriyor. Kur’ân-ı kerîmin yokdur dediğini istemek, Allahü teâlâya inanmamak olur. Mevtâdan imdâd taleb edenler kâfir ve müşrikdirler. Peygamberin okuduğu salevâtlar vahydir. Başkasının söylediği salevâtlar bid’atdir. Bid’at, vahyden üstün olamaz. Delâil kitâbını yazan, kendini Allah makâmına koymuş. İbâdet îcâd etmiş. Okuması için günler ta’yîn etmiş. Allaha inâbe yerine, şeyhlere inâbe ediyorlar. Eshâb-ı kirâm, tarîkat, mevlid ve salevât tertip ve ihdâs etmediler. Sonra gelenler, vatan himâyesi ve düşmanın kahr olması için, (salât-i münciyye), (salât-i nâriyye) gibi bid’atler emr etdiler. Millet, iskât yapılır diyerek, ibâdeti terk ediyor. Telkîni de ölü işitmez. İslâmda yeri yokdur). Vehhâbî kâfirin yalan, bozuk sözleri temâm oldu.
Allahü teâlâ ve Onun Resûlü, nemâzın emr olunduğuna inanmadığı, ehemmiyyet vermediği için kılmıyana kâfir dedi. Tenbellikle kılmıyan kâfir olmaz. Fâsık, günâhkâr olur. Hanefî mezhebinde vitr nemâzını üç rek’at kılmak vâcibdir. Peygamberimizin vitri

üç rek’at kıldığı, (Merâkıl-felâh)da ve (Sünen-i Ebî Dâvüd)de ve (Münâvî)de yazılıdır. Kunût düâsı okumak da vâcibdir. İmâm-ı Ebû Yûsüfe ve Muhammede ve imâm-ı Ahmede ve Şâfi’îye "rahime-hümullahü teâlâ" göre sünnetdir. Ebû Dâvüdün bildirdiği ve (Münâvî)de yazılı olduğu gibi, (Resûlullah, vitr nemâzını kılarken kunût düâsını okurdu.) Kunût olarak, belli olan düâyı okumak, sözbirliği ile sünnetdir. Bunu bildiren hadîs-i şerîf, Şernblâlînin (Merâkıl-felâh) kitâbında yazılıdır. Vâcib ve sünneti ehemmiyyet vermediği için terk eden kâfir olur. Ehemmiyyet ve değer verip tenbellikle vâcibi bir kerre, sünneti ise, devâmlı terk eden günâha girer. Bu [bozuk kitâbı yazan] alçak vehhâbî, hanefî olan müslimânları mezhebinden çıkarmak istiyor. Mezhebsiz yapmak istiyor. Mezhebsiz olan, Ehl-i sünnetden ayrılmış olur. Ehl-i sünnetden ayrılanın da,  yâ sapık, yâhud kâfir olduğu, (El-besâir) kitâbında yazılıdır. Bu kıymetli kitâbı Hindistân âlimlerinden Muhammed Hamdullah yazmış, 1395 [m. 1975] de İstanbulda da basdırılmışdır.
Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" kendiliğinden gaybı bilmez. Fekat, Allahü teâlâ, Peygamberine vahy ile ve Evliyâsına ilhâm ve kerâmet ile gaybı haber verir. Hazret-i Ömerin Îrândaki askeri görmesi ve kumandanları Sâriyyeye söylemesi, onun da işitmesi, böyle olmuşdur. Evliyânın kendisi gaybı bilmez. Fekat, Allahü teâlâ, dilediği şeyleri onlara bildirir. Veyâ rûhlarına kuvvet vererek, görür ve bilirler. Böyle olduğunu Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler haber vermekdedir. (Feth-ul-mecîd) vehhâbî kitâbı da, (268). ci sahîfesinde, (Yeryüzü bana küçültüldü. Doğuyu, batıyı, avucumdaki aynada imiş gibi, hep gördüm) hadîs-i şerîfini yazmakdadır. 192.ci sahîfeden başlıyan yirmidördüncü maddeyi lutfen okuyunuz! Resûlullah, diri iken de, öldükden sonra da, Eshâbı arasında olacak fitneleri, dilediklerine söyledi. Kazâya râzı olmalarını bildirdi. Çoğuna şehîd olacaklarını müjdeledi. Taberânînin haber verdiği ve (Künûz-üd-dekâık) kitâbında yazılı hadîs-i şerîfde, (Hüseyn, altmış senesinde öldürülür) buyuruldu. Bunun gibi, hazret-i Osmânın ve hazret-i Alînin ve başka Sahâbîlerin "radıyallahü anhüm" şehîd olacaklarını haber verdi. Sabr eylemelerini emr buyurdu. Eshâb-ı kirâma şehîd olacaklarını bildirmek, onlara müjde vermek idi. Onlar, şehîd olmamak için değil, şehîd olmak için düâ ederlerdi. Resûlullah, Eshâbının imdâdına niçin yetişmedi sözü, câhilce bir sözdür. Allahü teâlâ, Uhud muhârebesinde Resûlünün imdâdına niçin yetişmedi demeğe benzemekdedir. Resûlullah, Eshâbı arasındaki muhârebeleri görseydi, seslerini işitseydi, onlara emr verir, sıkıntıdan kurtarırdı gibi ahmakca sözler, hâşâ Allahü teâlânın, Uhud günü olan fâci’a ve sıkıntıları görmediğini,
– 272 –

düâ ve istigâseleri işitmediğini söylemek demekdir. (Cevâb-ı Nu’mân) vehhâbî kitâbının, böyle ahmakca, alçakça sözlerine inanmakdan, aldanmakdan Allahü teâlâya sığınırız. Din büyükleri, kazâ ve kaderi değişdirmek istemez. Onu haber alırlarsa râzı olurlar. Hadîs-i şerîfde, (İşlerinizi şaşırdığınız zemân, kabrdekilerden yardım isteyiniz!) buyuruldu. İşlerine gelmiyen hadîs-i şerîfleri örtbas ediyorlar. Fekat, güneş balçıkla sıvanamaz. Cevâb veremeyince, şirkdir, eşeklikdir diye, işi gürültüye getiriyorlar. Tenbellik ederek, dünyâ işlerine dalarak nemâz kılmıyan kâfir olmaz. Nemâzı vazîfe, borç bilmiyen, farz olduğuna inanmıyan kâfir olur.
Filan falanın sözleri diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerine taş atmakdadır. (Ehl-i sünnet âlimleri), Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladıklarını ve Eshâb-ı kirâmdan işitdiklerini kitâblarına yazmışlardır. Kendi görüşlerine ve düşündüklerine güvenmemişlerdir. Her yazdıklarına, âyetden, hadîsden veyâ Eshâb-ı kirâmın sözlerinden vesîkalar, senedler bildirmişlerdir. Kitâba ve sünnete uymak ve Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunmak istiyenlerin, Ehl-i sünnet kitâblarını okumaları lâzımdır. (Feth-ul-mecîd) kitâbının dörtyüzdoksanikinci sahîfesinde de yazılı olan hadîs-i şerîf ile övülmüş, hayrlı asrın en iyileri olan, Ehl-i sünnet âlimleri, kitâbı ve sünneti anlıyamamış da, bin sene sonra, çölden meydâna çıkan vehhâbî sapıkları, dahâ iyi anlamış demek için deli veyâ ahmak, yâhud zındık olmak lâzımdır. Vehhâbî kitâbının, akla, ilme uymıyan saçma yazıları, Kur’ân-ı kerîmi ve sünnet-i nebeviyyeyi hiç anlamadığını açıkça göstermekdedir. Âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri oyuncak yapmış, dilediği gibi ma’nâ veriyor. Kabrde Allah ve Resûlünden sorulacakdır. Bu süâllere, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi cevâb veremiyenler, Cehenneme gideceklerdir. (Bilmediğinizi, ehl olanlardan sorup anlayın!) meâlindeki âyet-i kerîmeyi kendi de yazıyor. Her müslimânın, bu âyet-i kerîmeye uyarak, Ehl-i sünnet kitâblarını okuyup öğrenmeleri lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumıyanlar, bu âyet-i kerîmeye uymamış olur. Câhil kalır. Mezhebsizlerin yalanlarına aldanıp, Cehenneme gider. Deylemînin ve Münâvînin bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Bâtın ilmi, Allahü teâlânın sırlarındandır. Emrlerinden biridir) buyuruldu. Resûlullah efendimiz, ilm-i bâtını haber veriyor. Allahü teâlânın emridir diyor. Bu kitâb ise, ilm-i bâtını, Ehl-i sünnet uydurdu diyor. Allahü teâlâ, emrlerini ve yasaklarını herkes için bildirdi. Bunlar, anlaşılabilecek ve yapılabilecek şeylerdir. Bunlara uymak, herkese farzdır. Bâtın bilgilerini ve müteşâbih âyet-i kerîmeleri ise, herkes anlıyamaz. Bunlarda bildirilenleri anlamak ve yapmak, ulemâ-i râsihîne mahsûsdur. Bunlar,

tesavvuf yolunda ilerleyip olgunlaşmış derin âlimlerdir. Bu ilmlerden ve bu râsih âlimlerden haberleri olmıyanlar, inkâr ediyorlar. Ömer Rızânın[1] bozuk yazılarını yalnız mezhebsizler beğenir.
Bekara sûresi, düşman karşısında ve boğulmak ve yanmak tehlükesinde olanın ve hayvan saldırırken, mümkin olan tarafa dönerek nemâz kılınacağını bildirmekdedir. Fıkh kitâbları buyuruyor ki, korku artdığı zemân, cemâ’at ile kılınmaz. Yalnız olarak ayakda durarak veyâ hayvan üstünde kılınır. Yukarıdaki tehlükelerden kaçarken, vakti kaçırmamak için, ancak hayvan üstünde giderek kılınabilir. Âyet-i kerîmenin ayakda mümkin olan tarafa dönerek kılmak olduğu (Merâkıl-felâh) hâşiyesinde yazılıdır. Âyet-i kerîmedeki (Ricâlen) kelimesinin (yürüyerek) demek değil, (ayakda durarak) demek olduğu tefsîrlerde ve (Cevhere) fıkh kitâbında açıkça yazılıdır. Bu bozuk vehhâbî kitâbı, burada da, hanefîleri aldatmağa, yürürken nemâz kıldırmağa çalışmakda, bunun için de âyet-i kerîmeye yanlış ma’nâ vermekden çekinmemekdedir. Bir müslimân, sünnetleri, ehemmiyyet vermiyerek kılmazsa kâfir olur. Ehemmiyyet verip, devâmlı kılmazsa, günâha girer. Bu kitâb, âyetden, hadîsden söylüyor ise de, bunlara uydurma ma’nâ veriyor. Ehl-i sünnet âlimleri "rahime-hümullahü teâlâ", Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın anladıklarını araşdırıp, Onlardan öğrendikleri ma’nâları kitâblarına yazmışlardır. Böyle olduğunu vehhâbîler de bildiriyorlar. (Feth-ul-mecîd) kitâbı (388). sahîfesinde, (Ebû Hanîfe "rahimehullah" dedi ki: Kitâbullaha ve Resûlullahın hadîsine ve Sahâbenin sözlerine uygun olmıyan bir sözümü bulursanız, bu sözümü bırakınız! Onları alınız! İmâm-ı Şâfi’î dedi ki: Kitâbımda, Resûlullahın sünnetine uymıyan birşey bulursanız, benim sözümü bırakıp, Resûlullahın sünnetini alınız!) diyor. Ehl-i sünnet âlimlerinin "rahime-hümullahü teâlâ", Kitâbullaha ve hadîs-i şerîflere ne kadar sıkı sarılmış olduklarını, vehhâbî kitâbının bu yazısı da göstermekdedir. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin doğru ma’nâlarını anlamak istiyenler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelâm ve fıkh kitâblarını okumalıdır. Kitâbı ve sünneti bildiren (Ehl-i sünnet) âlimlerinin kitâblarından kaçanların, Hakdan kaçan alçaklara benzediklerini, kendi kitâbları da yazmış oluyor.
(Mevlid okumak) demek, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" dünyâya gelişini, mi’râcını ve hayâtını anlatmak, Onu hâtırlatmak, Onu övmek demekdir. Her mü’minin, Resûlullahı çok

sevmesi lâzımdır. Onu çok seven, Onu çok anar, çok söyler, çok över. Deylemînin bildirdiği ve (Künûz-üd-dekâık)da yazılı hadîs-i şerîfde, (Birşeyi çok seven, onu çok anar) buyuruldu. Bu hadîs kitâbını Münâvî toplamışdır. Resûlullahı çok sevmek lâzım olduğunu bütün islâm âlimleri uzun yazmışlardır. Vehhâbî kitâbı bile, üçyüzotuzaltıncı sahîfesinde bunu şöyle  yazmakdadır:
(Hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, beni çocuğundan ve babasından ve herkesden dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz) buyuruldu. Ya’nî îmânı olgun olmaz. Allahı sevenin, Onun Resûlünü de sevmesi vâcibdir. Sâlih kulları da sevmesi lâzımdır.)
Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" mevlid gecelerinde Eshâbına ziyâfet verir, dünyâya teşrîf etdiği ve çocukluğu zemânında olan şeyleri anlatırdı.Hazret-i Ebû Bekr, halîfe iken, mevlid gecesinde, Eshâb-ı kirâmı toplayıp, Resûlullahın dünyâya teşrîfindeki olağanüstü hâlleri konuşurlardı. Doğum gününe önem vermeği hıristiyanlar, müslimânlardan öğrenip almışlardır. Dünyânın her yerindeki müslimânlar, Peygamberimizin ve Eshâb-ı kirâmın yapdıkları gibi, mevlid gecesinde, Resûlullahı anlatan kitâbları okurlar ve Resûlullahın dünyâya teşrîf etdiği bu şerefli gecede şenlik yapar, sevinirlerdi. İslâm âlimleri, bu geceye çok önem vermişlerdir. Bu geceyi bütün mahlûklar, melekler, cin, hayvanlar ve cansız maddeler, birbirlerine müjdelemekde, Fahr-i âlem dünyâya teşrîf etdi diye sevinmekdedirler. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, (mevlid okunan yerden belâlar, sıkıntılar gider) buyurmuşdur. Mevlidi, nazm, şi’r olarak okumak dahâ te’sîrli ve fâideli olur.
Mevlid okumanın bir ibâdet olduğunu ve nasıl okumak lâzım geldiğini ve fâidelerini bildirmek için, islâm âlimleri, her dilde kitâblar yazdılar. Bu kitâblardan on adedini, Mustafâ Kâtib Çelebînin "rahmetullahi aleyh",[1] (Keşf-üz-zünûn) kitâbından ve zeylinden alarak bildiriyoruz:
1 Bursalı Süleymân Çelebînin Türkçe mevlid kasîdesi çok şöhret kazanmışdır. Osmânlıların ve Türkiyenin her yerinde seve seve okunmakdadır. Asl ismi (Vesîlet-ün-necât)dır. Süleymân Çelebî, yıldırım sultân Bâyezîd "rahmetullahi aleyh" hânın imâmı idi. 800 [m. 1398] de Bursada vefât etmişdir.
2 Muhammed Ak Şemsüddîn efendinin[2] oğlu Hamdullah efendi "rahmetullahi aleyh" de bir mevlid kasîdesi yazmışdır.

[1] Kâtib Çelebî 1067 [m. 1656] da İstanbulda vefât etdi. [2] Ak Şemsüddîn 864 [m. 1460] da Göynükde vefât etdi.

3 Molla Hasen-ül Bahrî "rahmetullahi aleyh" de, bir mevlid yazmışdır. 994 [m. 1586] de vefât etmişdir.
4 Vâız Muhammed bin Hamza da  yazmışdır.
5 Şemsüddîn Ahmed Sîvâsî "rahmetullahi aleyh" de yazmışdır. 1006 [m. 1598] da vefât etmişdir.
6 Hâfız ibni Nâsıriddîn Dımışkî "rahmetullahi aleyh", (Câmi’ul-âsâr fî mevlid-il-muhtâr) kitâbını  yazmışdır.
7 İbni Esîr Muhammed Cezrî (Et-ta’rîf bil-mevlid-iş-şerîf) kitâbını yazmışdır. 833 [m. 1430] de vefât etdi.
8 Ebül Kâsım Muhammed Lülüvî "rahmetullahi aleyh", (Dürr-ül-munzam fî-mevlid-in-Nebiyy-il-mu’azzam) yazmış, 867 [m. 1463] de Şâmda vefât etmişdir.
9 Afîfüddîn Muhammed Tebrîzî, (Mevlid-in-Nebî) kitâbını yazmış, 855 [m. 1451] de Medîne-i münevverede vefât etmişdir.
10 Seyyid Muhammed Kavukcu hanefî, (Mevlid-in-Nebî) kitâbını yazmış, 1305 [m. 1887] de vefât etmişdir.
Bunlardan başka, ibni Hacer Hiytemînin (En-Ni’met-ül-kübrâ alel’âlem fî-mevlid-i Seyyid-i veled-i Âdem) kitâbı ve Celâlüddîn-i Süyûtînin, (Er-Reddü alâ men enkere kırâetel-mevlid-in-Nebî) kitâbı ve Yûsüf Nebhânînin[1] (Cevâhir-ül-bihâr) kitâbının üçüncü kısmı ile (Huccet-ullâhi alel’âlemîn) kitâbının 233 ve sonraki altı sahîfesi ve Ahmed Sa’îd-i müceddidînin (İsbât-ül-mevlid) kitâbı ve allâme Muhammed Zerkanînin (Şerh-ul-Mevâhib-il-ledünniyye) kitâbının birinci kısmının 136. cı ve sonraki dört sahîfesi, Mevlid okumanın ibâdet olduğunu vesîkalarla isbât etmekdedirler. Bu son altı kitâb, bir arada 1397 [m. 1977] senesinde İstanbulda basılmışdır. Ahmed Sa’îd Fârûkî müceddidî 1277 [m. 1861] de Medînede vefât etdi. Urdu dili ile yazdığı (Sa’îd-ül-beyân) mevlid kitâbı ile seyyid Abdülhakîm Efendinin "rahmetullahi aleyh" türkçe (Mevlid kırâetinin fazîleti) de çok kıymetlidir.
Hindistândaki islâm âlimlerinin büyüklerinden mevlânâ Muhammed Fadl-ur-Resûl "rahime-hullahü teâlâ" 1266 [m. 1850] senesinde fârisî olarak yazdığı (Tashîh-ul-mesâil) kitâbında, vehhâbîlere satılmış olan Muhammed İshak ismindeki Hindistânlı bir din adamının (Miete mesâil) kitâbına cevâb vermişdir.


[1] Yûsüf Nebhânî 1350 [m. 1932] de vefât etdi.

Fadl-ür-Resûl-i Bedâyûnî "rahmetullahi aleyh" 1289 [m. 1872] de vefât etdi. Kitâbının 253. cü sahîfesinden başlıyarak diyor ki: Mevlid okumak, ilk üç asrda yokdu. Bundan sonra meydâna çıkdı. Bunun için âlimler, mevlid cem’ıyyetinin [toplanmanın] câiz olup olmamasında ihtilâf etdi. Sözleri birbirine uymadı. Âlimlerin bu ihtilâfları, (Sîret-i Şâmî) kitâbında uzun yazılıdır. Sîret-i Şâmî kitâbının yazarı, Muhammed bin Yûsüf Şâmîdir "rahime-hullahü teâlâ". 943 [m. 1536] de Mısrda vefât etmişdir. Kitâbında yalnız ihtilâfları bildirmiş, bunlar arasında bir tercîh yapmamışdır. Bununla berâber, mevlid cem’ıyyetinin müstehab olduğunu bildiren birçok büyük âlimleri haber vermişdir. Üstâdlarının, buna karşı olanları red etdiklerini de bildirmişdir. Çoğunluğu bırakıp da, birkaç muhâlifi ileri sürerek, mevlid cem’ıyyetine câiz değildir denilirse, fıkh mes’elelerinin çoğuna i’timâd kalmaz. Sîret-i Şâmîde diyor ki:
Hâfız, [ya’nî hadîs âlimi] Şemsüddîn Muhammed Sehâvî diyor ki, (Mevlid [cem’ıyyeti yapmak] hakkında, Selefden bir haber yokdur. Üçüncü asrdan sonra hâsıl oldu. Her sene, mevlid gecesinde, müslimânlar sadaka veriyorlar, seviniyorlar. Hayr ve hasenât yapıyorlar. Toplanıp, mevlid kasîdesi okutup dinliyorlar). [Şemsüddîn Sehâvî, 902 [m. 1496] de, Medîne-i münevverede vefât etdi.] Hâfız İzzeddîn Alî ibni Esîr Cezrî diyor ki, (Mevlid okumak, bütün sene, zarar ve korkulu şeylerden korur. Mevlid okunan yere, o sene, rahmet ve bereket yağar). [İbni Esîr Alî Cezrî,  630 [m. 1232] da, Mûsulda vefât etdi.] Hâfız İmâdüddîn İsmâ’îl ibni Kesîr, Erbil emîrinin, Rebîul-evvel ayında büyük mevlid cem’ıyyetleri yapdığını bildirmekdedir. [İbni Kesîr, 774 [m. 1372] de vefât etmişdir.] Ebül-Hattâb Ömer ibni Dıhye, (Et-tenvîr fîMevlid-il-Beşîr) kitâbında, Erbîl emîrinin yapdığı mevlid cem’ıyyetlerini uzun anlatmakdadır. Birçok âlimler, meselâ imâm-ı Nevevînin üstâdı hâfız Ebû Şâme, bu kitâbı medh ve senâ etmişlerdir. Abdürrahmân Ebî Şâmenin, (El-bâis alâ inkâr-il-bida’ vel-havâdis) kitâbı bu senâlarla doludur. [Ebû Şâme 665 [m. 1266] de, Ebûlhattâb Ömer 633 [m. 1236] de vefât etmişlerdir.] Allâme Seyfüddîn ibni Tuğrul beg, (Dürr-ün-nazîm fî-mevlid-in-Nebiyyil-kerîm) kitâbında diyor ki, (Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" âşıkları, mevlid gecelerinde, mevlid cem’ıyyetleri yapıyorlar. Bunlardan biri, İbni Efdal ismi ile meşhûr olan Ebül-Hasenin Mısrda yapdığı büyük mevlid cem’ıyyeti ve üstâdımızın üstâdı Ebû Abdüllah bin Muhammed bin Nu’mânın ve Cemâlüddîn acemî Hemedânînin ve Yûsüf bin Alî Haccâr-ı Mısrînin Mevlid cem’ıyyetleridir. Bunlar, Resûlullahı "sallallahü aleyhi ve sellem"   rü’yâda gördüklerini ve (Bizim için sevinenler, bizi de sevindirirler) buyurduğunu söylemişlerdir.) [İbni Tuğrul beg, 670 [m. 1271] senesinde vefât etmişdir.]
İbni Battâl mâlikî, fetvâsında diyor ki, (Mevlid gecesinde sadaka vermek, müslimânları toplayıp câiz olan şeyleri yidirmek ve câiz olan şeyleri okutup dinletmek ve sâlih kimseleri giydirmek, bu geceye hurmet etmek olur. Bunları Allah rızâsı için yapmak câizdir ve çok sevâb olur. Bunları yalnız fakîrler için yapmak şart değildir. Fekat, muhtâc olanları sevindirmek dahâ sevâb olur. Zemânımızda olduğu gibi, toplantıda uyuşdurucu [serhoş edici] şeyler kullanılırsa, genç oğlanlar toplanır, kadın erkek karışık olursa ve şehveti tahrik eden şi’r ve şarkılar okunursa, [çalgı, ney, dümbelek gibi lehv âletleri çalınırsa], çok günâh olur). [Böyle harâm şeyleri, ibâdet olarak yapmanın, ibâdet arasında yapmanın günâhı katkat ziyâde olur. Böyle harâmlara, islâm müziği diyenlere aldanmamalıdır. İbni Battâl 449 da vefât etdi.] İmâm-ı Celâlüddîn Abdürrahmân bin Abdil-Melik Kettânî diyor ki, (Mevlid günü ve gecesi, mübecceldir, mukaddesdir, mükerremdir. Şerefi, kıymeti çokdur. Resûlullahın "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" varlığı, vefâtından sonra, Ona tâbi’ olanlar için, kurtuluş vesîlesidir. Onun mevlidi için sevinmek, Cehennem azâbının azalmasına sebeb olur. Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına sebeb olur. Mevlid gününün fazîleti, Cum’a günü gibidir. Cum’a günü, Cehennem azâbının durduğu, hadîs-i şerîfde bildirildi. Bunun gibi, mevlid gününde de azâb yapılmaz. Mevlid geceleri sevindiğini göstermeli, çok sadaka, hediyye vermeli, da’vet olunan ziyâfetlere gitmelidir). [Harâm işlenen, harâm bulunan toplantılara gitmemeli, harâm işlemekden ve harâm işliyenlerin arasına karışmakdan ve ibâdetlere harâm karışdırmakdan çok sakınmalıdır.]
Allâme Zahîrüddîn bin Ca’fer diyor ki, (Mevlid cem’ıyyeti yapmak, bid’at-i hasenedir. Sâlihleri toplayıp, salevât okumak, fakîrleri doyurmak, her zemân sevâbdır. Fekat, bunlara harâm karışdırmak, çalgı, şarkı, raks gibi şeyler yapmak büyük günâh olur). Allâme Nasîrüddîn diyor ki, (Mevlid cem’ıyyeti yapmak, sünnet değildir. Fekat, o gün sadaka, hediyye vermek, neş’e ve sürûr izhâr etmek, oğlanlar ve kadınlar karışık olmadan mevlid kasîdesi okutmak ve bu cem’iyyete gitmek çok sevâb olur. Fekat, zarûret olmadan, kimseden birşey istememelidir. Zarûret olmadan istemek harâmdır. Sâlih müslimânların toplanarak, Allahü teâlâyı zikr etmeleri ve salevât okumaları ibâdet olur. Sevâbı çok olur).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder